Mahmut Esat Bozkurt Hatıralar – 12

1916 Cihan Harbinin en alevli günlerindeydi. İsviçre’nin her başlıca şehrinde, sayıları yüzlere varan Türk öğrencilerinden çoğu, sıraları geldikçe askeri hizmetlerinin başına gitmek için, birer birer üniversitelerinden ayrılıp memlekete dönmüşlerdi. Lozan’daki koloni de on beş gence kadar inmişti. Zaten Cenevre Başkonsolosluğu’na çağrılarak muayeneleri yapılan bir avuç genç de dönüş emrini bekliyordu. Bir süre sonra emir geldi; fakat hiç beklenmedik yoldaydı. O zamana kadar, sırası gelmeyerek yüksek öğrenime koyulmuş olan gençlerin, askeri hizmetleri, memleketin artık hissedilmeye başlayan acı “aydın” kayıplarını mümkün olduğu kadar karşılamak amacıyla- Mebusan Meclisinin kabul ettiği bir kanunla- harp sonuna bırakılmıştı.
Şimdi sağ kalanlardan kimi, saçına ak veya kıran düşmüş, kimi olgunluğu epey aşan yaşına, belinin düzgünlüğünü kaptırmış, çoğunun yüzü kırışmış yahut göbeği engin olan bu gençler, kendilerinden beklenen gayreti esirgemediler. Sıkı çalıştılar ve tesadüfün mutlu cilvesiyle pek az fire hariç başarılı oldular. Çok geçmeden anayurt, onların kişiliklerinde değerli doktorlar mühendisler, hukukçular, iktisatçılar, profesörler ve devlet adamları kazandı.
Bugün çoğu kendi köşesinde sakin ve sessiz çalışmaktan hoşlanan bu insanlar, o zaman hiç de öyle değildiler. Üniversite derslerinden geri kalan zamanlarında, dillerinden ve yüreklerinden düşürmedikleri türlü memleket sorunlarıyla ilgilenirler, günün politik meseleleri kadar, dil, din, öğretim ve başka nice nice sosyal ve ekonomi konularını deşerler, aralarında bunları hararetle tartışırlardı. Hatta bazen bu yüzden boğaz boğaza geldikleri de olurdu.
Bu kardeşçe kavgaları, sırası geldikçe ve hele bir taraftan kışkırtma görünce, bazı taşkın balkanlı yahut azınlık gruplarına saldırarak elbirliğiyle ağızlarının payını vermelerine yahut o dönem pek de çok rastlanılan düşmanca yayına, baş başa verip cevaplar yetiştirmelerine engel olmazdı.
Mahmut Esat Bozkurt’u yine böyle bazı memleket işlerinin ateşli ateşli konuşulduğu bir öğrenci toplantısında tanıdım.
Giyinişi ağırbaşlı ve temiz olmakla beraber, hiç de şık değildi. Tavırları o zamanki İstanbullu güç beğenirliğimizle “taşralı” damgası vurmaktan gecikmediğimiz tipin ta kendisiydi.
Sonraları git gide alışıp sevdiğim, hemen su katılmamış İzmir şivesi, ilkin epey tuhafıma gitmişti. Fakat konuşmaya başlayınca daha doğrusu söylediği sözlerin anlamı kavranınca, fikrimi değiştirmekte gecikmemiştim. Karşımdaki kendisiyle alay edilmesine katlanamayacak kadar gururlu ve uyanık, bilgi yönünden en hazırlıksız cepheyi keşfedip hemen karşı saldırıya geçmesini çok iyi bilen bir terbiyeci, karşıtını mat edince serinkanlı, direniş gördükçe, yerine göre sert ve kaba ya da şuh ve alaycı idi.
Başarısızlık, ondaki bütün dinamizmi harekete getiren bir kaldıraç etkisi yapardı. İnandığı bir şeyi kabul ettirmek için topladığı malzemenin yetmediğini görürse, bir süre kendi kabuğuna çekilmesini bilir; günlerce yılmadan çalışır, çabalar, arar, tarar, hazırlanır ve karşıtını, nerde ele geçirirse artık ona aman vermeden saldırır, mantığının haklayamadığını, daha o zamandan bilediği tatlı ve düzgün anlatımıyla tamamlamaya çabalardı. Yine istediğini elde edemezse, Mahmut Esat, en korkunç silahını kullanır, günlerce, haftalarca, aynı araçları harekete geçirecek yakın bazı arkadaşlarına, yavaş yavaş yılmadan, üşenmeden düşünce ve görüşlerini telkin eder, istediği şekil ve rengi ürettikten sonra, tam saatinde hedefe tekrar dönerek toplu bir çeşit grup ateşi sayesinde, kesin sonucu almasını bilirdi. Bu özellikleri bir gün Mahmut Esat’ın başarısına etken ve yurda hizmetlerine sebep olacaktı.
Yıllarca sonra Mahmut Esat’ı devlet adamı olarak tekrar gördüğüm zaman, onlardan hiçbirini yitirmemiş, hatta sözlerindeki sürükleyici gücü ve doğru bildiğini gerçekleştirmekteki kararlılığıyla, iyi hazırlanma ve örgütlenme yeteneğini arttırmış buldum.
On yıldan fazla bir zaman sonra Mahmut Esat Bozkurt’u Lotus Zaferinin haklı alkışlarını, İstanbul gençliğinden toplarken gördüm. Onu canına sokmak mı yoksa başta taşımak mı istediği belli olmayan sayısız memleket yavrularının oluşturduğu coşkun sellerin arasından gözetlemeye doyamadık.
Birkaç arkadaşla Heybeli’deki geçici olarak dinlendiği evinde kendisini ziyaret ettik.
Mahmut Esat, her biriyle acı tatlı geçmişi olan bu öğretim arkadaşlarıyla göz göze geldiği ve sanki başarısında hepimizin payı varmış gibi elimize sarıldığı sırada, galiba hepimizin gözleri dolmuştu. Lotus kaptanının tutuklanmasından, Lahey Divanının kararına kadar geçen menkibeleri (başarılı olayları)anlatırken, gençliğindeki dinmez heyecanın ve isteğindeki yılmaz sebatı kadar hareketlerindeki şaşmaz doğruluğu dipdiri seziliyordu. Fazla olarak Osmanlı öğrencisi sıfatıyla hep birlikte duyduğumuz bir acıyı… Şu kendimizi “hasta adamın” cılız evlatları hissetmekten ileri gelen çekingenliği, artık bir rüyaymış gibi geride bırakmış olmaktan doğan neşe ile dopdoluydu. Artık hürdük, bağımsızdık… Tam özlemini çektiğimiz gibi uluslar arası alanda hür ve şerefli uluslar safında bağımsız…
Lotus davasının geniş analizini, benim kalemimden çok daha özlü bir şekilde anlatan arkadaşlarımın yazıları okunursa, görülecektir ki bu zafer köklü bir kültürün, zorunlu bir verimi olduğu kadar, sönmez ve yılmaz bir yurt sevgisinin inanılmaz mucizesidir. Gerçekten Mahmut Esat Bozkurt, ciddi bir bilim adamı ve ulusunu çok ama pek çok seven ve ona yüzde yüz inanan bir memleket çocuğuydu.
Kurtuluş mücadelesini izleyen mutlu günlerin birinde, çoktan beri sağlık haberinden mahrum kaldığımız bir Ağabey ansızın çıkagelmişti.
Halife hükümetinden, düşmana direnilmemesi emrini aldığı anda üniformasını bir “milli kuvvet” giysisiyle değiştirerek , yanındaki bir avuç yiğidiyle saldırganlara ateş açmakta duraksamayan ve Aydın Milli Cephesinin kurucularından biri olarak sonuna kadar çalıştıktan sonra, şerefi iade olunan üniforması içinde, birkaç sene önce Allahın rahmetine kavuşan bir kahraman subay, yöresini çeviren aile halkına, o unutulmaz günlerin menkibelerini anlatıyordu. Birden hatırına bir şey gelmiş gibi bana döndü: “Orada dedi, senin gibi, İsviçre’de öğrenim görmüş iki genç tanıdım; ateş gibi çocuklardı doğrusu, herkes gibi canlarını esirgemiyorlardı… Zaten kim esirgiyordu ki… Ama bunlar
zekalarıyla da davaya çok hizmet ettiler… “Belki tanırsın dedi:” Biri Mahmut Esat, biri de Şükrü. Mahmut dediği Lozan’daki arkadaşlardan Mahmut Esat Bozkurt, Şükrü dediği de Cenevre’deki Türk talebesi arasında tanıdığım şimdiki Başvekilimiz Sayın Şükrü Saraçoğlu’ydu.
Ankara yüksek hukuk eğitimine ve bu yönünden yeni kanunlar üzerinde çalışan ekiplere katılmam, Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’u yakından tanımak ve başarılarını izlemek fırsatını bana verdi.
Hedef, onun çok bağlı olduğu yapıcı eller tarafından yıllarca özlemini
çektiği gibi ve belki istediğinden daha güzel, umduğundan daha açık şekilde seçilmişti. Şimdi bu büyük davaya var kuvvetiyle sarılmak ve kazanmak kalıyordu.
Atatürk’ün acı acı şikayet ettiği “fazlaca muhafazakar” hukuk zihniyeti, devrimci ruhu ve heyecanı taşımayanların gevşekliği, batı hukuk ailesine birden bire geçişin, nereye vardıracağını kestirmediği için, bazen duraklayan büyük kararsız kitlesi: Kah profesör, kah hakim veya avukat, hatta bazen de milletvekili kisvesiyle ve canlı engeller halinde yoluna dikildikçe, onlarla cenkleşmekten çok kez zevk duyardı. Başlıca silahı, tartışma gücüne dayanarak, karşıtını kazanmaktı. Bazen hırçınlaştığı ve çevreyi kıracak derecede sert ve ezici durumlara kendini kaptırdığı olurdu.
Fakat Mahmut Esat Bozkurt’un samimiliğinden, böyle zamanlarda bile kimse kuşku duymamıştır. Onun yarattığı sürükleyici hava içinde muhalefetler ve kuşkular çabuk erir, çevresi kendisini, istediği yere kadar candan izlemekte gecikmezdi.
Yine bu hızla Yeni Türk Hukukunu anlayacak, yayacak ve gerçekleştirecek güçte hukukçu yetiştirmek için kurulan Ankara Hukuk Fakültesini kazandık. Nihayet mekteplisi ve yeni hukuk severleri parmakla gösterilecek kadar az olan bir Adliye Örgütü yerine, çoğu mektepli ve yeni hukuku sevenlerden oluşan bir Adliyeyi de aynı hızla kazandık… Bir Adliye ne yüksek bir gücü
temsil ettiğini ve devrimin en esaslı koruyucusu olduğunu, ilk önce Mahmut Esat Bozkurt zamanında kavramıştır.
Batıdan geçirilen yeni Kanunların, yirminci yılını yaşamakta olan Ankara Hukuk Fakültesinin, bin bir yoksunluk içinde sessiz çalışan hakim ve savcılarımızın hiç mi kusurları yok? Ankara Hukuk Fakültesi gönüllerimizin istediği gibi mi işliyor? Bunu kim iddia edebilir? Fakat en kötümser görüşle bile kabul etmek gerekir ki bunlar eskisiyle karşılaştırılırsa, ileriye doğru atılmış birer adımdan çok fazla şeyler, bunlar birer atılım, hatta bugünkü türlü noksanlarına karşın daha da derin anlamlı eserlerdir…
Adalet Bakanlığından çekildikten sonra, profesörlüğün ağırbaşlı ve engin hayatına uyum göstererek, bilimsel uğraşlarını, birinci plana almasını bilen Mahmut Esat Bozkurt, ömrünün son yıllarını Devrim, Anayasa ve Devletler Hukuku kürsülerinde, herkese tercih ettiği bilim arkadaşları ve gençlikle baş başa geçirdi.
Hocalar, onda derin bilgisi oranında, göze çarpan bir alçak gönüllülük buldular. Gençlerse yaşlandıkça heyecanı dinmeden artan, coşan ve coşturan bir Türklük aşkı, bilimi de hakkı da siyaseti de kendine özgü milliyetçi anlamlarında gören ve gördürmede başarılı olan seçkin bir bilgin ve yol gösterici sezdiler.
Biz Mahmut’u sever ve sayardık. Çünkü: Mahmut cidden nazik ve terbiyeliydi; feragatli ve kanatkardı; lüksten ve gösterişten nefret ederdi. Sert görünen karakteri aslında fazlasıyla hassas ve merhametliydi. Onu sayardık çünkü yalnız yüksek bir hukuk kültürüyle kalmamış, tarih, dil ve edebiyat alanlarında da sönmez bilgi hırsını, bol bol doyurmak yollarını bulmuştu. Fakat muhakkak ki hiçbirimiz onu gençler kadar iyi anlamamış ve öğrencileri kadar derin ve inanılmaz bir sevgiyle sevmemişizdir.
Ona son saygı ödevini yerine getirmek için, Ankara’dan seğirten Ankara Hukuk Fakültesi arkadaşları ile İstanbul’a yetiştiğimiz zaman, nerede ise kalkacak bir vapura yetişmek yüzünden, tabutunu elde taşımalarına imkan olmadığını gençlere anlatmaya çalışıyorlardı. Ömründe, öğrencisi bile olmayan bu delikanlıların yüzlerindeki derin elemi ve cenaze otomobili ile yarış edercesine, Galata Rıhtımı’ndaki vapura doğru, kendiliklerinden koşuşmalarını unutamayacağım. Vapurun güvertesinde, çiçeklerin arasına karışan Mahmut’un önünde eğilirken, çevremde hep bu gençler vardı…

Mazhar N. Göknil
Ankara Hukuk Fakültesi Eski Profesörü
Ankara Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt 1 Sayı 3 Sayfa 223-226

Not: Çok eskimiş sözcükler ve deyimler günümüz diline çevrilmiştir. (N.T)

Önceki yazı
Babam Mahmut Esat Bozkurt
Sonraki yazı
Mahmut Esat Bozkurt Hatıralar – 11
Menü