Devlet Adamı Mahmut Esat Bozkurt

Mahmut Esat Bozkurt, altı yüz yılı aşan bir İmparatorluğun yıkılışına ve yeni bir devletin kuruluşuna tanık olan aydın bir devlet ve düşün adamıdır. Çağdaş Türkiye’nin yapılanmasında etkin bir rol oynamıştır. 21 Aralık 1943’e kadar süren 51 yıllık yaşamı süresince kaleme aldığı yedi kitap ve beş yüze yakın makale ile Kemalist İdeoloji’nin oluşturulmasında da öncü olmuştur.

1892 yılında Kuşadası’nda doğan Mahmut Esat, ilk ve orta öğrenimini Kuşadası, İzmir ve İstanbul’da tamamladıktan sonra 1908-1909 ders yılında Hukuk Mektebi’ne kaydını yaptırmıştır. Gazeteciliği de bu yıllarda başlamış, 1911-1912 öğretim yılı sonunda mezun olmuş ve öğrenimine devam etmek üzere İsviçre’ye gitmiştir. Lozan’da bir yandan öğrenimini sürdürürken, öte yandan Lozan Türk Yurdu Derneği’nin yeniden canlandırılmasında ve Türklerin haklarının savunulmasında etkin rol oynamıştır. Kapitülasyonları doktorasında tez konusu almış ve Türkiye’nin bu ayrıcalıkları tek taraflı olarak kaldırabileceğini kanıtlamıştır. 1919 yılı Haziran ayında, kaçak olarak bindiği bir İtalyan gemisi ile Kuşadası’na gelmiş, bölgede; biri gezici, diğeri sürekli olmak üzere oluşturduğu müfrezelerle Yunanlılara karşı vatanını savunmuştur. 23 Nisan 1920’de açılan BMM’ye Kuşadası’ndan milletvekili seçilmiş ve Ağustos ayında TBMM’ye katılmıştır. TBMM’ye katıldığı ilk günden itibaren yeni devletin tam bağımsızlıkçı tutumundan ödün vermemiş, Türkiye’de kişi ve sınıf egemenliğinin değil, gücünü Türkiyeli üreticinin ekonomik ve toplumsal çıkarlarından alacak halk saltanatının kurulması tezini savunmuştur.

İktisat Bakanlığı
Türk üreticilerinin sorunlarını ve bu sorunlara getirdiği çözüm önerilerini dönemin çeşitli gazetelerinde yazdığı makalelerle ve Meclis kürsüsünde dile getiren Mahmut Esat bu düşüncelerini uygulamaya koyma fırsatı da buldu. O, yeni Türkiye’nin iktisat ve emek devleti olduğunu, ihtilal günlerini yaşayan Türkiye’nin bir çiftçi siyaseti izlemesi gerektiğini, sosyal örgütlenmelere yer vermeyen bir devletin, devlet olma iddiasını sürdüremeyeceğini vurgulamıştı. Âşar vergisinin kaldırılmasını, bürokrasiye karşı “az memur çok iş” ilkesinin temel alınmasını, bankaların, sendikaların ve sigorta kurumlarının oluşturulmasını istemiş, bu örgütlerin, düşmanları karşısında Türkiye’yi güçlendireceğini savunmuştu. Bu düşüncelerini 12 Temmuz 1922’de Rauf Bey’in başkanlığında kurulan İcra Vekilleri Heyeti’nde İktisat Bakanı olunca uygulamaya koydu. Mustafa Kemal Paşa’nın “köylü milletin efendisidir” sözünden de ilham alarak çalışmalarına başladı. Yalnızca köylünün değil, tüccarın, sanayicinin ve işçinin de kalkınması için adımlar at Türkiye’nin Avrupa sermayesinin “jandarması” olmayacağını, yeni devlette hiçbir ayrıcalığa yer verilmeyeceğini net bir şekilde belirtti. Halkı şirketler kurarak yerli sanayiin geliştirilmesi yönünde özendirdi. Çoğunluğu oluşturan köylü ve çiftçinin sorunlarını gidermeye dönük önlemler aldı. Ziraat Bankası’nda yaptığı düzenlemelerle köylünün kredi olanaklarını artırdı. Savaş koşulları içinde köylüye önemli oranda tohumluk ve çift hayvanı dağıtılmasını sağladı. Ziraat okulları aracılığıyla uygulamalı eğitimi yeni devlete taşıdığı gibi bu okullarla iktisadi kuruluşlar arasında dayanışmaya giderek işbirliğini başlattı.

22 Eylül 1923’e kadar sürdürdüğü iktisat vekilliği sürecinde ele aldığı köy bankaları projesiyle halkı tefecinin elinden kurtarmayı, savaş içinde ve savaş sonunda üretimi artırmayı, köylülerin ekonomik ve toplumsal durumlarını düzeltmeyi, üretim araçlarını artırmayı, köyleri bayındırlaştırmayı hedefledi. Türkiye’de üretim, alım ve satım kooperatifleri ve bunların kredi örgütlerini oluşturma yönünde ciddi adımlar attı ve o güne değin ekonomiye yabancı kalan Türk ulusunun ticaret, sanayi ve ziraatta bu kooperatiflerle ülke ekonomisindeki yerini almasını sağladı. Çiftçiyi, Türkiye’nin kendi kendisine yetmesini sağlayacak temel unsur olarak gördü. Türk çiftçi ve köylüsünün çağdaş tarıma geçmesini istedi. 1923 yılında Fransız Pellison şirketiyle bir sözleşme yaparak devlet-özel sermaye ortaklığını yaşama geçirmeyi, taksitli satışla para bulmakta sıkıntı çeken halkın bu sıkıntısını azaltmayı, oluşturulacak atölyeleri kademeli olarak fabrika haline getirmeyi, sözleşme çerçevesinde oluşturulacak şirketi aynı zamanda bir kredi kurumu gibi çalıştırmayı amaçladı.

İkinci Meşrutiyet döneminde başlayan ekonominin Türkleştirilmesi politikasını yeni devlette de sürdürebilmek için Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi’ni kurdurdu ve Türk ulusunu o güne kadar çekingen kaldığı ticari faaliyetlerin içine çekmeye çalıştı.

Yarısömürge haline getirilmiş yurt topraklarını emperyalizmin sömürüsünden kurtarıp ülkeyi ekonomik bağımsızlığa kavuşturabilmek için Türk tarihinde ilk kez üretici güçleri Türkiye İktisat Kongresi’nde bir araya getirdi ve yapılması gerekenler konusunda uygar bir tartışma platformu oluşturdu. Ancak, devletçi uygulamaları ve grevlere verdiği destek iktisat vekilliğinden ayrılmasına yol açtı. Bununla birlikte Mahmut Esat, Türk Devrimi’ne bir hukukçu olarak damgasını vurmuştur.

Teokratik Devletten Laik Devlete Geçiş Hazırlıkları
Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan’da Meclis’te yaptığı konuşmada önce adli gücü bağımsız olmayan bir ulusun devlet halinde varlığının kabul edilemeyeceğine işaret etmiş, sonra, ulusun bağımsızlığının ve varlığının devamı için her şeyden önce dünya ulusları arasında haklarına ve görevlerine saygı duyulmasını sağlayacak bir sistemin kurulması gerektiğini vurgulamıştır. Bu söylem, hukuk sisteminde yeni bir yapılanmaya gidileceğinin de işaretidir. Ancak uygulamaya geçirilmesi için gerekli olan koşullar henüz oluşmamıştı. Mustafa Kemal Paşa da 1 Mart 1922’de TBMM’nin açılışı dolayısıyla yaptığı konuşmada; Hükümetin temel görevinin ülkede yasayı egemen kılmak olduğunu vurguladı. Amaç, adaletin dağıtımında “sürat” ve “emniyeti” sağlamak, sistemi çağdaşlaştırmak ve var olan yasaları uygar toplumların ölçütlerinde yenilemekti. Mustafa Kemal Paşa’nın bu düşüncelerinin gerçekleşebilmesi için egemenlik yetkisinin tümüyle ulusa ait olması gerekiyordu. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırıldı. Ardından Devlet Başkanlığı konusundaki isimsizlik 29 Ekim 1923’te sonlandırıldı. İsimsizlik diyorum zira egemenliğin ulusa ait olduğunun ilk kez vurgulandığı Amasya Genelgesi, Cumhuriyet yönetimine geçişin de ifadesi idi. Bu nedenle Anayasa’da 29 Ekim 1923’te yapılan işlem “açıklamalı değişiklik” olarak ile ifade edildi. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mart 1924’te yaptığı açış konuşmasında hukuk sisteminde radikal dönüşümlerin yapılması yönündeki isteği de 3 Mart 1924 tarihli yasalarla gerçekleşti. Önce din ve ordu siyaset dışında bırakıldı. Ardından ülkedeki tüm öğretim kurumları Eğitim Bakanlığına bağlandı. Hilafetin kaldırılması ile de laik cumhuriyetin, iktidarı dinsel bir kurum ile paylaşmayacağı inancı pekiştirildi.

Genç cumhuriyetin “on üç asır evvel Bağdat Çöllerinde yazılmış ve on üç asırdan beri Türk’ün mukadderatını idaren eden” yasalara bağlı kalması söz konusu değildi. Bakanlığın teftiş raporları da hukuk sisteminin içindeki yozlaşmayı ortaya koyuyordu. İşte o raporlara yansıyan bir örnek; Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre önce bir vatandaş, tarlasının çekirge hücumuna maruz kaldığını yana yakıla kadı efendiye anlatıyor. Kadı efendi mürasele/mektup gönderiyor. Çekirgeleri mahkemeye davet ediyor. Gün tayin olunuyor! Muayyen günde çekirgeler şeriat hâkimi huzuruna gelmediklerinden mahkemelerine gıyaben bakılıyor ve aleyhlerinden hüküm veriliyor. Hükümde tarlayı derhal terk etmeleri kendilerine şeriat namına bildiriliyor. Tabii haşarat buna aldırmadığından vatandaşın eklinle yok olup gidiyor! Sanırım bu, hukukun çağdışılığının en güzel örneğidir.

Bu ve benzer örnekleri tarihe gömmek devrim kadrosu için yaşamsal öneme sahipti. Yeni hukuk sistemi bir an önce örgütlenmeliydi. Üstelik yeni Türkiye Lozan’da çağdaş bir hukuk sistemi kurmayı da yükümlenmişti. Mustafa Necati Bey ile başlayan bu süreç Mahmut Esat (Bozkurt)un 1924 Kasımında Adalet Bakanı olması ile hız kazandı. Hukuk sisteminde reform değil, yeniden yapılanma başladı. Devrim, başlıyordu. Önce, yasa hazırlamakla görevli komisyonların çalışmalarına son verildi. Zira yeni devlet, Lozan Antlaşması ile kapitülasyonları kaldırıp hukuk sistemi ile yasa ve mahkemeleri ile yepyeni bir Türk adalet organı yaratmayı yükümlenmişti. Bu amaçla yasa hazırlamak üzere komisyonlar kurulmuş, oluşturulacak yeni yasaların niteliği de belirlenmişti; Laik olacaktı. Ne var ki yasa hazırlamak amacıyla oluşturulan komisyonlar bu nitelikten uzak kaldı.

Ancak oluşturulan komisyonların çalışmaları ve benimsediği düşünce tarzı ile Türkiye’yi çağdaş uygarlıkla bütünleştirecek adımların atılamayacağı anlaşıldı. Mahmut Esat Bey, bu düşüncesini ilk kez Çankaya’da açığa vurdu. Zira o günlerde Çankaya’da hukuk sisteminde yapılacak devrimlerin şekilleri tartışılıyordu. Mahmut Esat Bey, en kestirme yolun Avrupa yasalarının hızla tercüme edilip uygulanması olduğu görüşünü açıkladı. Onun bu düşüncesine Mustafa Kemal Paşa; “çocuğum, istediğini yaparsak tercüme ettireceğimiz bu kanunları memleketimizde tatbik edecek elemanlarımız var mıdır?” sorusunu yöneltti. Mahmut Esat’ın “Paşam; bir gün Avrupa’da çok mükemmel yeni bir silâh icat edildiğini işitseniz, memleketimizde bunu kullanmasını bilen askerimiz yoktur diye o silâhı almakta tereddüt mü edersiniz? Elbette ki hayır… silâhı alır ve onu kullanabilecek askerleri yetiştirirsiniz” yanıtı çağdaş yasaların çeviri yolu ile Türk hukuk sistemine kazandırılmasının önünü açtı. Eski komisyonların görevlerine son verilip yeni komisyonlar kurulurken öncelik, çıkarılacak yasaları uygulayacak hukukçuların yetiştirilmesine verildi.

Adalet Bakanlığı

Çağdaş Hukukçuların Yetiştirilmesi: Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin Açılması

Aydınlatma Çağı değerlerini Anadolu’ya taşımayı hedefleyen Devrim kadrosu “Mektepli bir Adliye” ilkesini benimsemişti.

Yeni Türkiye Devleti kurulduğunda adalet sistemine; birincisi Medresetülkuzat, ikincisi Darülfünun Hukuk Şubesi, üçüncüsü Mülkiye Mektebi olmak üzere üç kanaldan eleman yetiştiriliyordu. Ancak her üç kurum da çağdaş bilgilerle donanmış eğitim programlarına sahip değildi. Üstelik yeni devletin personel gereksinimine de yanıt vermiyorlardı. Bu nedenle daha 1920’de hukuk formasyonu olmayanların da adalet örgütüne girebilmelerine olanak tanınmıştı.

Alınan bu önlem de ülke gereksinimlerine yanıt vermemiş olsa gerektir ki Kastamonu milletvekili Abdülkadir Kemali Bey 16 Mart 1921’de Ankara’da bir Hukuk Mektebi açılmasını önerdi. Ancak bu istek Eğitim Komisyonu’nda oybirliği ile reddedildi. Üstelik önerinin TBMM’de görüşülmesi de engellenmek istendi. Adalet Bakanı Refik Şevket Bey’in okula olan gereksinimi vurgulaması ile önerge yeniden görüşülmek üzere 1922 bütçesine ertelendi.

Mustafa Kemal Paşa bütçe görüşmeleri öncesinde, 1 Mart 1922’de Meclis’i açış konuşmasında konuyu hatırlattı ise de savaş koşulları içinde gündeme alınmadı.

Mustafa Kemal Paşa, zaferin ardından 1 Mart 1924’te yaptığı konuşmada ‘Türk ulusunun, üzerinde kâbus bulunduramayacağını’ söyleyerek konuyu yeniden gündeme taşıdı. Darülfünun’un devrimlere mesafeli duruşu da gündemi etkiledi. Okulun açılması için gerekecek harcamalar 1925 yılı bütçesine alındı. Ancak, bütçeyi yeniden düzenleyen Maliye Komisyonu, okulun Ankara’da açılmasına karşı çıktı. Ödeneğini İstanbul’daki Hukuk Mektebi’ne vermeyi uygun buldu. TBMM’deki tartışmalar da oldukça sert geçti. Tartışmalarda Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey, “dünyanın en güzel inkılâbını yapmış bir memlekette” çağdaş hukuku okutmak üzere, Türkiye’nin merkezi olan Ankara’da bir hukuk okulunun açılmasının zorunluluğunu savundu. Amaçlarının eğitimin ışığını Anadolu içine yaymak olduğunu vurguladı. Kimi milletvekillerinin; okulun İstanbul Hukuk Mektebi kadar gelişim gösteremeyeceği ya da yeterli öğretmen kadrosunun bulunmadığı doğrultusunda yaptıkları eleştirilere katılması ve “denize girmeden yüzmek öğrenilmez” atasözünü hatırlatarak geciktirmenin anlamsız olduğuna işaret etti.

TBMM’de yapılan bütçe görüşmeleri sonunda Ankara Adliye Hukuk Mektebi’nin yatılı olarak açılması kabul edildi. Okul yatılı olunca bütçede ayrılan otuz bin liranın yeterli olmayacağı düşünüldü ve yeniden Maliye Komisyonu’na gönderildi. TBMM’ye ikinci kez gelişinde ise okulun açılışının kabul kararı yok sayıldı.

Henüz çağdaş yasaların çıkmadığı, yasa hazırlayan komisyonların ise laik yasa düşüncesini kavrayamadığını gösteren böylesine bir ortamda ‘yeni bir hukuk düzeni kurulacağından söz edemeyen Mahmut Esat Bey, oldukça güç durumda kalmış, ancak sonuçta okulun açılma kararını meclisten çıkarabilmişti.

Bu kararın ardından okulun açılma çalışmaları hızlandırıldı. Okulun programını Darülfünun Devletler Hukuk “Müderrisi” Cemil Bey hazırladı. Eğitim-Öğretim Komisyonu da “müderris” yerine “profesör” unvanının kullanılmasını, araştıran, sorgulayan hukukçular yetiştirilmesini, bunun için de hukukun karşılaştırılmalı okutulması ilkesi benimsedi. Bu nedenle programa Türk Hukuk Tarihi ile birlikte Yunan Hukuku, İslav Hukuku, Feodal Hukuk gibi pek çok ders alındı.

Okulun “Tedris Heyeti Onursal Başkanı” Mustafa Kemal Paşa, “Hukuk Tarihi Onursal Profesörü” İsmet Paşa, “Onursal İdareci(si)” ise Cemil Bey’di. İhtilaller Tarihi’nin ise Mahmut Esat Bey tarafından verilmesi kararlaştırıldı.

Adliye Hukuk Mektebi 5 Kasım 1925 günü öğleden sonra Cumhuriyet Halk Fırkası salonunda Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal (Atatürk), Başbakan İsmet (İnönü), Meclis Başkanı Kâzım (Özalp), bakanlar, milletvekilleri, adliye personeli ve hukukçuların katılımı ile yapılan törenle açıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın, Okulun açılışı dolayısıyla yaptığı konuşma bir dönemin kapandığının en güzel ifadesi oldu. Konuşmasına Türk Devrimi’ni tanımlayarak başlayan Mustafa Kemal Paşa;

  • Ulusun din ve mezhep bağları yerine “Türk milliyeti” bağı ile birbirine bağlandığını
  • Yaşamak için gerekli olan gücün çağdaş uygarlıkta bulunabileceğini vurguladı.
  • Bunun için tüm yasaların ancak dünyasal gereksinimlerden doğması gerektiğine işaret etti.
  • Ardından, “büsbütün yeni kanunlar vücuda getirerek” eski hukuk sistemini “temelinden” ortadan kaldırmaya giriştiklerine dikkati çekti ve
  • Yeni hukuk anlayışını “elifbasından” öğrenecek yeni hukukçuları yetiştirmek üzere Hukuk Mektebi’ni açtıklarını vurguladı.

7 Kasım 1925’te eğitime başlayan Adliye Hukuk Mektebi, 13 Ocak 1926’da yeni binasına taşınacak ve 8 Temmuz 1928’de ilk mezunlarını verecekti.

Açılış günü Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı konuşmanın ardından Mahmut Esat Bey tarafından Medeni Hukuk’a Giriş konulu ilk ders verildi. İlk dersin Medeni Hukuk konusunu içermesi rastlantı değildi. Okulun ders programından Mecelle de çıkarılmış, Şevket Memedali Bey’in önerisi ile Medeni Hukuk dersi konmuştu. Yasa komisyonları da medeni kanun çevirisi ile çalışmalarına başlamıştı. Neden?

Çağdaş Yasaların Kabulü

Medeni Yasa
Çünkü Mecelle çağdaş gereksinimleri karşılamıyordu. Açık ve anlaşılır hükümler taşımıyor, medeni yasada bulunması gereken kişi, aile, miras ilişkileri ile aynî haklara yönelik pek çok önemli konuyu içermiyordu. Yalnızca Hanefî mezhebinin ilkeleri esas alındığı için kapsayıcı da değildi. Devletin; hukuku, farklı mahkeme ve farklı hukuk kuralları ile uygulaması da modern devlet anlayışına, hukukun birliği ilkesine uymuyordu. Üstelik laik ve modern yasaların bulunmayışı Batılı devletlerin kapitülasyonların devamı konusundaki gerekçelerini de haklı kılıyordu.

Medeni Yasa Komisyonu, Şükrü Kaya’nın başkanlığında otuza yakın hukukçunun katılımı ile, Eylül 1925’te çalışmalarına başladı. Avrupa’nın “en genç”, “demokratik” ve “halkçı” yasası olan İsviçre Medeni Yasası’nı Türkçe’ye çevirdi. Gerekçesiyle birlikte TBMM’ye sundu. Mahmut Esat Bey’in kaleminden çıkan bu gerekçe genç cumhuriyetin hukuk sistemini hangi temele oturtacağını da gösteriyordu.

Yasaların kaynağını din kurallarından değil toplumun gereksinimlerinden ve çağın gereklerinden alması gerektiği ise gerekçede şu ifadelerle yer aldı: “… Çünkü dinler değişmez hükümler ifade ederler. Hayat yürür, ihtiyaçlar süratle değişir, din kanunları, mutlaka ilerleyen hayatın huzurunda şekilden ve ölü kelimelerden fazla bir kıymet, bir mana ifade edemezler. Değişmemek dinler için bir zarurettir. Bu itibarla dinlerin sadece vicdan işi olarak kalması, … eski uygarlıkla yeni uygarlığın en önemli ayırt edici özelliklerinden biridir

Gerekçe yalnız din kurallarını değil, örf ve adetlere mutlaka bağlı kalmayı da gelişmenin önündeki engellerden biri olarak görüyordu. Bu gerekçe ile birlikte tasarı TBMM’de 17 Şubat 1926’da bir bütün olarak tartışılarak kabul edildi.

Medeni Yasa; Türk ve dünya kamuoyunda büyük yankı uyandırdı. Neden?

  • Kişi özgürlüğü ve hukuksal eşitlik üzerine kurulan yasa ile Türk halkı her türlü teokratik düşünce ve etkilerden arındırılmış bir aile hukukuna kavuşuyordu.
  • Çok eşle evlilik ve küçük yaştaki kız çocuklarının evlendirilmesi işlemi sonlandırılıyordu. Evlenme; ilân ve kayıt işlemlerine bağlanıyor, boşanma kayıt altına alınarak aile kurumu güçlendiriliyordu.
  • Toplumsal ve ekonomik yaşama katılan kadın, batılı hemcinslerinin sahip olduğu haklarla donatılıyordu.
  • Evlat edinme ile ilgili işlemler ilk kez Türk hukuk sistemi içine alınıyordu.
    Hâkime takdir hakkı da tanıyan yasa; yasal hüküm bulunmayan olaylarda hâkimi kararlarında özgür bırakarak adaletin tecellisinde ciddi bir adım atıyordu.
  • Laiklik temeli üzerine oturan yasanın 266. maddesiyle -medrese kökenli milletvekillerinin yoğun baskılarına karşın- reşit olan herkes dinini seçmekte özgür bırakılıyordu.
  • Batı kamuoyunda ise yasanın Türk kadınlarının farklı dinden bireylerle yapacağı evliliğe izin veren hükmü yankı buldu.
  • Yasanın hazırlanma sürecinde Türkiye’de yaşayan Ermeni Katolik, Ermeni Protestan, Rum ve Musevi Türk vatandaşları yayınladıkları feragatnameler ile Medeni Yasa’nın laik yapısı nedeniyle Lozan Antlaşması’nın kendilerine verdiği azınlık haklarından yine kendi istekleri ile vazgeçtiklerini Adalet Bakanlığına bildirdiler. Böylece tüm vatandaşlar için genel ve eşit bir haklar dizgesi oluşturan yasa, bu özelliği ile Lozan’da bir takım ayrıcalıklar elde etmiş olan farklı din ve mezhepteki Türk vatandaşlarının kendilerine verilen bu ayrıcalıklarından vazgeçmelerini sağlayarak, ulus olma bilincinin yerleşmesinde ve hukuk birliğinin sağlanmasında da önemli bir unsur oluyordu.
  • Türk Medeni Yasası 4 Ekim 1926’da yürürlüğe girdi.

Borçlar Yasası
Türk Medeni Yasası’nın tamamlayıcısı olan Borçlar Yasası ise 26 Eylül 1925’te oluşturulan Vâcibât-Vecibeler (Borçlar) Komisyonunda İsviçre Borçlar Yasası’nın (Code des Obligation) Türkçe’ye çevrilmesi ile hazırlandı. Komisyon başkanı yine Şükrü Kaya idi. Milletvekilleri, hâkimler ve profesörlerden oluşan komisyon çalışmalarında Mecelle’deki “kelime oyunları” yerine sadeliği esas aldı. “Vecibeler” yerine “Borçlar” sözcüğünü kullanmayı yeğledi.

Tasarının gerekçesinde önce; 1851 maddeden oluşan ve o güne değin yalnız iki yüz maddesi uygulamaya geçirilebilen Mecelle’nin; ülkenin gelişmesine, halkın gereksinimlerine yanıt vermediği, bu koşullarda hak dağıtmakla yükümlü olan Türkiye Cumhuriyeti mahkemelerinin pek çok güçlüklerle karşı karşıya kaldığı, bu durumda ise halkın zarar gördüğü vurgulanıyordu. Ardından da Türkiye Cumhuriyeti’nin var olan “adlî zaafa” hızla son vermek, Cumhuriyeti gereksinim duyduğu çağdaş yasalarla donatmak amacıyla Borçlar Yasası’nın kabul edilmesi ve uygulamaya geçirilmesi isteniyordu.

Tasarı, TBMM’nin 22 Nisan 1926’da yaptığı oturumda bir bütün olarak tartışıldı ve aynı gün oy birliği ile kabul edilerek yasalaştı. Böylece;

  • Türk ulusunun ekonomik, toplumsal ve ticarî yaşamını felce uğratan kayıtlar kaldırıldı.
  • Türkiye Cumhuriyeti, uygar devletler ailesinin bir üyesi kılındı.

Ceza Yasası
Cumhuriyet Kanunları serisinin üçüncü halkası Ceza Yasası oldu.

Klasik Osmanlı Ceza Hukuku; İslâm ceza hukuk kuralları ile kanunnamelerde yer alan ceza hukukuna ilişkin hükümlerden oluşuyordu. ‘Bağsız koşulsuz laik prensiplerle donatılacak’ yeni yasalaşma hareketi içinde Cumhuriyet devrinin kendine özgü bir ceza yasası yapması da kaçınılmazdı.

Yasayı kaleme alacak komisyon, çeşitli ülkelerin ceza yasalarını inceledikten sonra İtalyan Ceza Yasası’nın temel alınmasını ve bu yasaya ülke gereksinimleri doğrultusunda eklemeler yapılmasını kararlaştırdı. Tasarı 1 Mart 1926’da TBMM’de görüşülmeye başlandı. Yasa ile devrimin ve Cumhuriyetin çıkarlarının korunacağı düşünülüyordu. Bu nedenle oldukça “sert” hükümler içeriyordu. Adalet Bakanı Mahmut Esat Bey; “Bundan korkacak olanlar ve korkması lâzım gelenler Türk milletinin menfaatlerine, Türk milletinin hukukuna ve inkılâbına karşı tekin olmayanlardır ve bunların korkması lâzımdır.” diyordu.

Tasarı aynı gün kabul edilerek yasalaştı.

  • Cumhuriyetin kazanımlarına karşı işlenecek suçlara da ciddi cezalar öngören yasa ile; dini, dinsel duyguları ya da dince kulsal kabul edilen değerleri alet ederek devletin güvenliğini bozacak hareketlerde bulunan ya da özendirenler hakkında ağır cezai yaptırımlar getirildi.
  • Dinsel düşünce ve duygulara dayanan siyasal cemiyetler yasaklanarak laik cumhuriyet gözetildi.
  • Şartlı salıverme, ceza erteleme gibi ilkeler hukuk sistemine alındı.
  • Tecil ilkesi ile ceza hukukunda önemli bir adım atıldı.
  • Cezada ve cezanın uygulanmasında esneklik sağlandı. Ağır cezadan hüküm giyenlerin bu cezalarının bir kısmını tamamladıktan sonra ve iyi hal gösterdikleri durumlarda açık yerlerde ya da kamu hizmetlerinde cezalarını tamamlamalarına olanak tanımak gibi uygulamalar ceza hukukuna alındı.
  • Cinayet suçlarına ağır cezalar getirildi.

Burada hemen şunu da eklemek istiyorum.

Türkiye’nin temel aldığı İtalyan Ceza Yasası, demokratik İtalya’nın ceza yasasıdır. (1889 Zanardelli Yasası) İtalya’da faşizm benimsendikten sonra bu yasa değişmiştir. İtalyan siyasetçilerinden Nitti “Demokrasiler” adlı kitabında; “Faşist yönetim, dünyanın en güzel ceza yasalarından biri olduğunda şüphe olmayan eski yasayı kaldırdı. Bunun değerini Türkler bildi ve aldı” saptamasını yapmıştır.

Cumhuriyetin kazanımlarını korumak ve savunmak üzere çıkarılan Ceza Yasası’na savcılar tarafından ilk atıf ise Mustafa Kemal Paşa’ya yönelik suikast nedeniyle yapıldı.

Ticaret Yasası
Çağdaş bir hukuk sistemi oluşturmak amacıyla yola çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti, ekonomik ve ticari yaşamını da uluslararası kurallar çerçevesinde yeniden düzenledi. Bu amaçla kara ve deniz ticaret yasalarını çıkardı.

  • Kara Ticaret Yasası İçin Alman Ticaret Yasası temel alındı. Ancak, bazı konularda İtalya Ticaret Yasası’ndan, hatta o sırada İtalyan parlamentosuna sunulan yeni yasa tasarısı ile Belçika Ticaret Yasası’ndan da yararlanıldı.
  • 29 Mayıs 1926’da TBMM’de görüşülerek kabul edilen bu yasayı tamamlayan deniz ticaretine yönelik yasa tasarısı ise 1929 yılında, Alman Deniz Ticaret Yasası’ndan aynen alınarak hazırlandı. 3 Mayıs 1929’da TBMM’de bir bütün halinde görüşmeye açılan tasarı aynen kabul edildi.

Böylece Türkiye Cumhuriyeti, kara ve deniz olmak üzere toplam 1485 maddeden oluşan, vatandaşlara ve yabancılara en geniş güvenceleri veren çağdaş uygarlığın en yeni, en gelişmiş ve ticari olayları ayrıntısıyla kavrayan bir ticaret yasasına kavuşturulmuş oldu.

İcra ve İflas Yasası
Cumhuriyetin ana kanunları serisinin son halkası ise İcra ve İflas Yasası oldu. Yeni Türkiye Devleti, kurulduğu ilk günden itibaren halkın icra işlemlerinden duyduğu rahatsızlıklara tanık oluyordu.

Yürürlükteki icra yasasının eksiklikleri; Medeni, Borçlar, Ceza ve Ticaret yasalarının yürürlüğe konması ile iyice belirginleşti. Çağdaş bir yasa yapılması zorunluluk oldu.

Kapsamlı bir çalışma gerektiren yeni yasanın hazırlanması zaman alacağından, uygulamadaki aksaklık ve çelişkileri gidermek amacıyla yürürlükteki yasada ilki 1927’de, ikincisi 1928’de olmak üzere iki değişiklik yapıldı. Böylece; savcılara icra işlerini savsaklayan mülkiye ve zabıta memurları hakkında kovuşturma yapma yetkisi verilerek icra işlemleri hızlandırıldı. Ardından hukuk davalarının önemli bir kısmının icra dairelerinde sonuçlandırılması ve ilâmsız ihbar ilkesi benimsendi.

Yeni İcra ve İflas Yasası için İsviçre Yasası esas alındı. İlgili komisyon, işleri mahkemeye düşürmeden bitirme ilkesi çerçevesinde hareket etti. İcra işlerinde kişinin itibarı önemsendi. O güne değin, ticaret yasasının bir bölümü olan ve ticaret mahkemelerince görülen iflas işlerinin ticaret yasasından ayrılması ve tasarıya “icra ve iflas” isminin verilmesi uygun bulundu.

İcra ve İflas yasa tasarısı 18 Nisan 1929’da TBMM’de kabul edilerek yasalaştı.
Çağdaş yasalar yeni usul yasalarını da beraberinde getir.

Yargılama Usulü Yasaları
Bilindiği gibi hukuk devletinde yasama ve yürütmeyi hukuka ve hukukun üstünlüğüne bağlayan güç bağımsız yargıdır. Yargı bu görevini, usul yasası olarak adlandırılan ve mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, delil toplama, iddia ve savunma haklarına ilişkin ilke ve hükümleri içeren yasalara uygun olarak yerine getirir. Çalışmasını ve kuruluşunu yasadan ve yasadaki açık usullerden almayan hiçbir kişi veya organ yargı görevi yapamaz. Yargılama hizmeti, devletin tekelinde olan bir kamu hizmetidir. Bir toplumda düzen ve huzurun, iç barışın sağlanması, kargaşa ortamının yaratılmaması, yargılama örgütünün gücü ve verdiği hizmetin kalitesi ile yakından ilgilidir.

Hukuk sistemini laik-demokratik yeni yasalarla donatan Türkiye Cumhuriyeti, bu yasalara paralel usul yasalarını da çok geçmeden çıkarmıştır. Bunlardan ilki Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası, ikincisi ise Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’dır.

Hukuk Muhakemeleri Usulü Yasası
Medeni Yasa’da İsviçre hukuku temel alındığı için usul yasasında da İsviçre’nin Neuchâtel kantonunun 1925 tarihli yasası temel alınmıştır. Komisyon eksik olan kısımları Alman ve Fransız hukukundan tamamlayarak 1926 yılı sonunda çalışmalarını tamamlamıştır. Tasarının gerekçesinde; kabul edilen çağdaş yasaların, uygulamasını kolaylaştırmak ve etkili kılmak üzere bu yasanın hazırlanmış olduğuna dikkat çekilmiştir.

TBMM’de bir bütün halinde görüşülmesi kabul edilen tasarı 18 Haziran 1927’de tartışmaya açılmış ve aynı gün kabul edilerek yasalaşmıştır. Yasa ile hukuk muhakemeleri alanında bulunmayan bazı kurum ve kurallar hukuk sistemi içine alınmıştır. Bu çerçevede;

  • Sigorta işlemlerinden doğan tazminat davaları ile ilgili yetki davaları,
  • Haksız bir fiilden doğan davaların sonuçlandırılacağı merciler,
  • Türkiye’de ikametgâhı olmayanlar hakkında uygulanacak mal ve ahkâm-ı şahsiye davaları ve
  • Tahkikat hâkimliği ilk kez hukuk muhakemeleri usulüne girdi.
  • Yasa ile aynı zamanda; eski yasada bir madde içinde belirsiz ve karışık olarak verilmiş olan mahkemelerin görev ve yetkileri ile redd-i hâkim konusuna da açıklık getirildi.
  • İsviçre yasasında “Reform” unvanıyla geçen kısım da “Islah” olarak usul hukukuna alındı. Böylece herhangi bir kişiye işlediği suçu düzeltme olanağı tanındı.

Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası
Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası ise, yargılamanın büyük bir bölümünü oluşturan ceza yargılamasının ilke ve kurallarını düzenleyen önemli yasalardan biridir. Zira, demokratik hukuk devletinde bağımsız ve hızlı bir yargı, ülkenin ve toplumun güvencesidir. Adaletin gecikmesi, devletin temel değerlerini yıpratacak, halkın devlete karşı güven duygusunu zedeleyecektir. Buna karşın sağlıklı bir yargılama sisteminin oluşturulması; objektif, yansız, hızlı ve etkin bir adalet işleyişinin gerçekleştirilmesi, devletle yurttaşlar arasındaki bağı güçlendireceği gibi ülkedeki sorunların pek çoğunun kendiliğinden çözümlenmesine olanak tanıyacaktır.

Ceza davaları muhakeme usulüne yönelik yasa Osmanlı hukuk sistemine ilk kez 1879 yılında girmiş, Fransız ceza usulünden çevrilmişti. Pek çok çeviri hatası içeren bu yasa Cumhuriyetin benimsediği çağdaş hukuka yön verecek niteliklerden uzaktı. Üstelik Türk rejimi ile de bağdaşmıyordu.

Hukuk Fakültesi Reisi Tahir Bey’in başkanlığında oluşturulan komisyon, Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nı temel aldı. Ancak örgütlenmede kimi değişiklikler yaptı. 426 maddeden oluşan yasa tasarısı 4 Nisan 1929’da TBMM’de kabul edilerek yasalaştı.

Yeni Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası ile;

  • Savcıların yetkileri açıklığa kavuşturuldu. Kamu davaları açma yetkisi verildi.
  • Sadece para cezası gerektiren konularda gıyapta yargılama kabul edildi.
  • Suçlanan kişinin mahkemede bulunması zorunlu tutuldu.
  • Ağır cezayı gerektiren konularda ise temyizin önü açıldı.

Türk ulusunun vekilleri aracılığı ile egemen oluşunun onuncu yılında, 1930’da tüm yasalar uygulamaya konmuştu. Gelinen süreci Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal (Atatürk) 1930 yılında TBMM’yi açarken yaptığı konuşma ile değerlendirdi. ‘Türk adliyesinin vatandaşın güvenini ve onurunu, Cumhuriyetin asilliğini ve varlığını, hükümetin saygınlığını ve gücünü savunma yolunda bir sınav geçirdiğine ve bu sınavdan başarı ile çıktığına’ işaret etti.

Gerçekten Devrim Yeni Türkiye Devleti’nin Hukuk Sistemini;

  • Aklileştirdi; böylece laik devlet ve toplum yapısının devamı için gerekli güvenceyi sağladı.
  • Dinin ve dince kutsal sayılan değerlerin siyaset konusu yapılarak yurttaşların sömürülmesinin önüne geçti.
  • Batılı devletlere Türkiye’nin iç işlerine müdahale zemini hazırlayan koşulları tarihe gömdü.
  • “Halk için halkla beraber” ilkesi Türk Hukuk Devrimi ile birlikte uygulamaya kondu. Yasa hükümleri tüm vatandaşlarca anlaşılacak şekilde formüle edildi. Kısa cümleler, Türkçe sözcük ve tamlamalar tercih edildi. Böylece “murafaa” yerine “davaya duruşma”, “kaziye-i mahkeme” yerine “davanın katileşmesi”, “derdest” yerine “yakalama”, “müdde-i şahsi” yerine “davacı”, “hal-i sabıka irca” yerine “eski haline getirme”, “şahitlerin istimaı” yerine “şahitlerin dinlenmesi” gibi Türkçe sözcükler kullanıldı. Böylece hukuk dilinin Türkçeleştirilmesinde de önemli bir adım atıldı.

Atatürk ve arkadaşları, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, çağdaş hukuk devletleri ailesine katılmasını sağlayan temel yasaları çıkarmakla kalmadı. Bu dönemde; çağdaş yasaları uygulayacak, sisteme can verecek kişilerin çalışma koşullarını çağdaşlaştırmaya, mesleki gelişimlerini yasal güvence altına almaya, özlük haklarını iyileştirmeye yönelik bir dizi yasa da çıkardı. Çağdaş hukuk sistemini kuran Türkiye Cumhuriyeti uluslararası bir davayı; Bozkurt-Lotus davasını da kazanarak uluslar arası hukukta eşit olduğunu da kanıtladı. Şimdi sırası ile bu gelişmeleri ele alalım.

Diğer Yasal Düzenlemeler
Avukatlık Yasası

2 Ocak 1926’da TBMM’de görüşülerek kabul edilen Avukatlık Yasası ile;

  • Kimlerin avukatlık ya da dava vekilliği yapabileceği belirlendi.
  • Atama yetkisi Adalet Bakanlığı’na verildi.
  • Mülkiye Mektebi mezunlarına da avukatlık hakkı tanındı.
  • Baro oluşturabilmek için gerekli olan avukat sayısı on yediye indirildi.
  • 20 Aralık 1926’da eklenen madde ile de görevlerinden istifa ederek ayrılan hâkimlerle bu sınıftan sayılan adliye memurlarının, istifasının kabul edildiği tarihten itibaren görev yaptıkları yerlerde iki yıl süre ile avukatlık veya dava vekilliği yapamayacakları kararlaştırıldı.

Avukatlık mesleği cumhuriyetin güvencesine kavuşturulduktan hemen sonra hâkimlerin çalışmaları ve mesleki gelişmeleri de yasal güvence altına alındı.

Hâkimler Yasası
Genç Türkiye Cumhuriyeti; yasalar ne kadar mükemmel olurlarsa olsunlar onları uygulamaya koyan hâkimler gerektiği ölçüde yetkin ve bağımsız değillerse bu mükemmelliğin bir anlam ifade etmeyeceğini biliyordu. Hâkimlerin seçiminin ve yükseltilmelerinin yasalara değil de kişilere bağlı olduğu bir ortamda rüşvetin çıkan kararlarda önemli bir etken olduğuna da sık sık tanık olunmuştu.

Devletin ve hâkimlik mesleğinin onurunu zedeleyen, hukukun yerini bulmasını önleyen, çağdaş ve laik hukuk anlayışı ile bağdaşmayan bu olumsuzlukların devamına izin vermedi. 3 Mart 1926’da kabul edilen Hâkimler Yasası ile;

  • Cumhuriyet hâkimleri bireylerin baskısından kurtarıldı,
  • Hâkimler güvenceye, hâkimlik mesleği istikrara kavuşturuldu.

Yasa hemen uygulamaya kondu. Görevde yükseltme alacaklar belirlendi. Yükseltmelerle birlikte atamalar da uygulamaya geçirildi. Ancak atamalar özellikle İstanbul’da tepkiyle karşılandı. Taşra ve İstanbul’daki kimi hâkimler istifa etti. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat ise basına yaptığı açıklamada Devlet işlerinde ciddiyetin önemine dikkat çekti; Artık … eskiden olduğu gibi şu veya bu nüfuzlu zatın tavsiye olunmasıyla Cumhuriyet adliyesinde yükselme olanağı yoktu. Gelenek haline gelmiş kimi uygulamaların Cumhuriyet adliyesinde yeri de olmayacaktı. Bakan önlemini de aldı. İstifa eden hâkimlerin iki yıl süre ile avukatlık yapmalarını engelleyen bir yasayı meclisten çıkararak kararlılığını ortaya koydu.

Hâkimler Yasası’nın kabul edilmesi ile kadınların hâkim olup olamayacağı da tartışılmaya başlanmıştı. Zira, yasada bu yönde bir hüküm yoktu. Bu durumda, hukuk mezunu olan kadınlar Bakanlığa başvurduklarında ve gerekli koşullara sahip oldukları saptandığında hâkim olabileceklerdi. Nitekim kısa bir süre sonra da Adalet Bakanlığı bu yönde önemli bir adım attı. Hukuk Fakültesi mezunlarından Süreyya Hanım’ın İzmir’e, Melahat Hanım’ın Bursa’ya, Nihagar Hanım’ın ise İzmit’e aza mülazımı olarak atanmasına karar verdi. Cumhuriyetin ilk kadın avukatı Süreyya Hanım 26 Aralık 1927’de ilk savunmasını yaptı. İstanbul Barosu’nun ilk kadın avukatı ise Mülkiye Mektebi hocalarından Sıddık Sami Bey’in eşi Bedia Hanım oldu. 16 Ocak 1928’de Baroya başvuran Bedia Hanım 26 Ocakta aldığı kimliği ile resmen baroya kaydedildi. 1928 yılı sonlarına doğru Beyhan, Şükufe, Güzide ve Nigar hanımların avukatlık için İstanbul Barosu’na yaptıkları başvuruları Cumhuriyet Gazetesi “erkekler için tehlike çanları çalıyor” başlığı ile sütunlarına taşıdı. 1930’da ise Nezahat ve Beyhan hanımlarla ilk kadın hâkimlerine kavuşan Türkiye Cumhuriyeti dünyada Almanya’dan sonra kadın hakimi olan ikinci ülke olma onuruna erişti.

Adalet Örgütünde Yapılan Düzenlemeler
Devrim kadrosu çağdaş yasalarını yürürlüğe koyarken adalet örgütünü de yeniden düzenledi. Bu çerçevede mahkemeler yeniden örgütlendi.

Mahkemelerin Yeniden Örgütlenmesi
Pek çok bölgede yeni hukuk, ceza ve ticaret mahkemeleri kuruldu. Biriken davalar hızla sonuçlandırıldı. Örneğin 1925 yılında 7. Hukuk Mahkemesindeki 2954 davadan 2277’si aynı yıl içinde karara bağlandı.

Temyiz Mahkemesi Eskişehir’den Ankara’ya taşındı.

İnkılabın hassas ve kıskanç bekçileri” olarak nitelenen savcılar, “cumhuriyet savcısı” unvanını alırken, mahkemelerdeki personel açığı ise terfileri gelenlerle ve meslek okulu mezunları ile giderildi.

Adalet halkın kapılarında beklemelidir” ilkesinden yola çıkılarak Sulh Mahkemelerinin sayıları artırıldı. 1925’te kurulan iki sulh mahkemesini 1926 Martına kadar açılan yeni sulh mahkemeleri izledi. 69’u nahiyelerde olmak üzere sayıları 91’e ulaştırıldı.

Adlî Tıp Kurumu’nun Yeniden Örgütlenmesi
Aynı yıllarda “cezacıların gözlüğü” olarak nitelendirilen Adlî Tıp Kurumu da çağdaş bir yapıya kavuşturuldu. 19 Nisan 1926’da kabul edilen yasa çerçevesinde Adli Tıp Kurumu; Adalet Bakanlığı’na bağlandı, adlî tıpla ilgili her türlü çalışma ile yükümlü kılındı. Adlî Tıp Meclisi de mahkemelerin ve adliye dairelerinin kuşku duyduğu olaylarda ya da birden fazla sanığı bulunan davalarda son yetkili makam sayıldı.

Ceza ve Tutukevlerini Çağdaşlaştırma Girişimleri
Toplumsal ve ekonomik açıdan büyük bir önem taşıyan hapishaneler konusu da ele alınarak bölge hapishanelerinin kurulmasına dönük bir dizi çalışma yapıldı. Tutuklu ve hükümlülerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, üretken kılınması amaçlandı. Bu çerçevede Alman Hapishaneler Nizamnamesi örnek alınarak bir yönerge hazırlandı. Avrupa ve Amerika’da bulunan hapishaneler üzerinde incelemeler yapıldı. 1930’lu yıllardan itibaren ülke koşullarına uygun olarak çağdaş bölge hapishanelerinin yapımına başlandı.

Adalet Personelinin Özlük Hakları İle İlgili Düzenlemeler

Adliye Personelinin Çağdaş Bir Görünüme Kavuşturulması
Yeni Türkiye Devleti, hukuk sistemini çağdaşlaştırırken, adalet dağıtmakla yükümlü olan personelin çağdaş görünüme kavuşturulmasını da gerekli görmüştü. Bu konudaki ilk adım 1924 yılında atıldı; adliye personelinin taşıyacakları giysilerin Adalet Bakanlığınca belirlenmesi kabul edildi. Ardından komisyon oluşturuldu. Bu komisyonun çalışmaları sonucunda 18 Haziran 1925’te personelin nasıl giysiler taşıyacağı belirlendi.

Örnek kıyafetler Ankara ve İstanbul’da sergilendi. Avukatların giyecekleri örnekler ise Baroya gönderildi.

İstanbul ve Ankara’da hâkimler, avukatlar, zabıt kâtipleri ve müşavirler 1 Ağustos 1925’te yeni giysilerini giydiler. 15 Eylül’de ise ülkedeki adalet personelinin tümü devrimin ruhu ile bağdaşan çağdaş görünüme kavuştular.

Ekonomik Durumlarının İyileştirilmesi
Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri ve ilgili bakanlar “karnı tok” bir adalet örgütü oluşturmayı hedefliyor, adalet dağıtmakla yükümlü olan personelin ekonomik koşullarının yaptığı görevle bağdaşmasını istiyordu. Ülke olanaklarının elverdiği ölçüde de önemli iyileştirmeler yapıldı. Hatta pek çok Avrupa ülkesindeki meslektaşlarının önüne geçirildi. Örneğin; Temyiz Mahkemesi Başkanı Fransa’da yılda 300 lira alırken Türkiye’de 510 lira kazanıyordu.

Bunun yanı sıra doğu illeri “tevkid mıntıkası” kabul edilerek bölgeye gidecek hakimlerin maaşına -belli sürelerde görev yapmak koşuluyla ve bulundukları yerlere göre- yüzde yirmiden atmışa kadar zam yapılması ve kademelerinin yükseltilmesi de kabul edildi.

Hukuk Devrimi’nin Başarısı: Bozkurt-Lotus Davası
2 Ağustos 1926 Salı gecesi; Türkiye’nin tam bağımsızlığını tüm dünyaya hatırlatacağı ve uygulamada pekiştireceği bir olayın başlangıcı oldu. Ali İhsan Paşa tarafından işletilen ve 1 Ağustos’ta Kuruçeşme’den aldığı kömür yükü ile Mersin’e gitmek üzere hareket eden Bozkurt gemisi, Beyrut’tan İstanbul’a gelmekte olan “Masejeri Maritim” şirketine ait Fransız bandıralı Lotus gemisi ile Midilli Adası yakınlarındaki Sığrı limanı önünde saat 23.30’da çarpıştı.

Çarpışmada Bozkurt battı, sekiz Türk yaşamını yitirdi. Aldığı yolcularla İstanbul limanına gelen Lotus, yükünü boşalttıktan sonra Fransa’ya geri dönmek üzere iken, Deniz Şubesi Müdürü Câmi Bey olayla ilgili inceleme başlattı. Kaza sırasında yakınlarını kaybedenlerin savcılığa başvurması ile İstanbul savcılığı da olaya el koydu. Kaza sırasında Lotus’u idare etmekte olan mülazım Jan Desmons ile Bozkurt’un süvarisi Hasan Kaptan tutuklandı. Ne var ki Pioncare Hükümeti çarpışma Türk karasuları dışında olduğu için Türkiye’nin yargılama yetkisi olmadığı iddiasıyla Türk Hükümeti’ne müdahale girişiminde bulundu. Böylece Bozkurt-Lotus olayı siyasal zemine taşındı.

Le Jurnal ‘Ankara hükümetine Fransa’nın yüz verdiğini, Lozan’da verilen izinle hükümet olduğunu’ iddia ederken Figaro, olayı ‘Şark vekayiinin bir parçası’ olarak görüyordu. Matin ise; Desmons’un tutukluluğunun sürmesini “Türk makamları(nın) şayan-ı esef bir laubaliliği”, “Türk zabıtasının Fransa’ya karşı tuzağı” ve “Fransa’ya karşı açıktan açığa bir hakaret olarak” değerlendiriyordu. 6 Eylül tarihli Ekselsior gazetesinde bir Fransız amirali ise Türkiye’nin bu şekilde hareketinin Fransa’nın “rehavetinden”; “Kilikya olaylarından, Ankara İtilafnamesinden, meşum Lozan Antlaşması’nda” ileri geldiğini iddia ediyordu.
Gerek Fransız Hükümetinin gerekse basınının bu çıkışları Türk kamuoyunca; “olayın Türkiye için ne anlama geldiğinin henüz kavranmamış olduğunun göstergesi” olarak yorumlandı. Ağır Ceza Mahkemesi ise kaptanını yargılama sonuna kadar tutukluluk halinin devamına karar verdi. Necmettin Sadak, Fransız basınının ve kamuoyunun çıkardığı “gürültü” ve korkularının temel nedeninin; Desmons’un iddia ettikleri gibi haksız yere tutuklu bulundurulması değil kapitülasyon haklarının ortadan kalkması olduğuna işaret etti. Türkiye’de yargının bağımsız olduğunu, kapitülasyonların ise tarihe gömüldüğünü vurguladı.

Bununla birlikte gazeteciler ve hukukçular arasında duraksama gösterenler “Desmons’u serbest bıraksak daha iyi olur” diyenler de vardı. Ancak, Türkiye geri adım atmadı. İsmet Paşa’nın Lozan’da bin bir zorlukla kaldırdığı adlî kapitülasyonlara kapılarını aralamamakta kararlıydı. Kovuşturmanın kendi yargılama yetkisinde olduğunu, bu konuda Fransa Hükümeti’nin kuşkuları varsa sorunun Lahey Adalet Divanı’na havale edilebileceğini bildirdi. Fransa, bu öneriyi kabul etti. Türk heyeti Fransız temsilcileriyle ortak tahkimname düzenlemek üzere 23 Eylül’de İstanbul’dan Cenevre’ye hareket etti.

Fransızların Adalet Divanı için hazırladıkları metinde; “Türkiye Kaptan Desmons’u tutuklamakla devletlerarası hukuka uygun hareket etmiş midir” sorusu yöneltiliyordu. Mahmut Esat Bey bu formülü kabul etmedi. Onun önerisi doğrultusunda “Türkiye Kaptan Desmons’u tutuklamakla devletlerarası hukuka aykırı hareket etmiş midir” sorusu benimsendi. Bu sözcük değişikliği ile Mahmut Esat Bey davayı kanıtlamak yükünü Fransızlara yüklemiş oldu. Bunun yanı sıra Lahey Adalet Divanı’na oy verme yetkisi ile bir Türk hâkiminin katılımı da Fransa’ya kabul ettirildi.

Uluslararası Adalet Divanı 2 Ağustos 1927’de Bozkurt-Lotus Davasını görüşmeye başladı. 7 Eylül 1927’de Türkiye’nin tezini haklı bulduğunu açıkladı.
Mahmut Esat Bey’in pek çok devletin ceza ve ceza usulü yasalarından verdiği örnekler, dünyaca tanınmış hukukçuların sözlerinden derlediği metinler ve ateşli savunması Bozkurt-Lotus davasını bir oy fazla ile Türkiye’ye kazandırdı. Kuşkusuz bu kazanımda Türkiye’nin çağdaş yasaları hukuk sistemine katmasının da büyük payı vardı.

Bozkurt-Lotus olayı, iki geminin çarpışmasından kaynaklanan “adi bir deniz olayı” değil, kimliğini kanıtlamaya çalışan özgür Türkiye ile emperyalist Fransa arasında bir davaydı. Bu dava bir karşı çıkıştı. Türkiye Cumhuriyeti’nden dünya ailesine bir mesajdı; tüm ayrıcalıkları ile Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karıştığının, tam bağımsız Türkiye’nin uluslararası hukukta eşit olduğunun, Türk hukukçularının çağdaş ülkelerdeki meslektaşları ile aynı yetkinlikte olduğunun mesajıydı.

Dava, Türk kamuoyunun tam bağımsızlık ülküsüne bağlılığının da simgesi oldu. Basın, Fransız iddialarına karşı aynı söylemle karşı koydu. Türk ulusunun “en ufak” haklarının “en büyük kıskançlıkla” savunulacağı, hiçbir şekilde taviz verilmeyeceği dünya ailesine gösterildi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası hukukta eşitliğini kanıtlayan Bozkurt-Lotus Davası, aynı zamanda uluslararası hukuk için de örnek bir olay oldu. Bu olaydan sonra, uluslararası sözleşmelerde açıkça hüküm altına alınmayan ya da uluslararası hukuk kuralları bulunmayan konularda; “Uluslararası Hukukta, devletlerin yargı yetkisini açıkça sınırlayan bir kural olmayan konularda devletler yargı yetkisine sahip olduklarını ileri sürebilirler” görüşü geçerli oldu.

Devrimin Yeni Kuşaklara Aktarılması
Türkiye Cumhuriyeti’ni laik hukuk düzenine taşıyan Mahmut Esat, bu sürecin devrimci kuşaklara aktarılmasında da etkin rol oynamıştır. 1933’te yapılan üniversite reformu çerçevesinde İstanbul Üniversitesi’nde kurulan İnkılâp Tarihi Enstitüsü’nde, ardından Ankara İnkılâp Kürsüsü’nde Türk Devrimi’nin hukukî ve adlî tarihini okutmakla görevlendirilmiş ve bu dersleri İzmir Halkevi’nde de yineleyerek kamuoyunu, devrimin amacı konusunda bilinçlendirmeye çalışmıştır. Derslerinde Türk İhtilâli’ni, ihtilâlci bir üslupla anlatmış, şiirsel anlatımına coşku ve heyecanını da eklemiş, kürsüde kimi zaman vatan düşmanlarını yenmek için; cesaret, cesaret, daima cesaret diyen Danton’u, kimi zaman ah hürriyet, senin adına ne cinayetler işleniyor diyen Madam Rolan’ı, kimi zaman da Masumum. Fakat idama mahkûm olmuşum ne çıkar? Türk Milleti sağ olsun diyen Mithat Paşa’yı canlandırmıştır. Laik toplum ve devlet yapısının gerekliliğini vurgularken de Batıl her vakit batıldır. Felaket, onun hak suretinde görünmesindedir diyen Baki’ye atıf yapmıştır. İhtilâllerden söz ederken; Locke’a, Nietzcshe’ye, Poul Janey’ye, Jan Jures’e, Rousseau’ya; Türklük, Türkçecilik aşkını dile getirirken de Lastik Sait’e, Karacoğlan’a, Köroğlu’na, Yunus Emre’ye can vermiştir. Benimsediği bu yöntemle de devrim tarihinin anlatılması konusunda gelecek kuşaklara örnek olmuştur. Hukuk Fakültesi’nde verdiği Devletler Genel Hukuku ve İnkılâp Tarihi; Siyasal Bilgiler Okulu’nda verdiği Anayasa Hukuku derslerinde de aynı coşku ve heyecanını korumuş, Türk gençlerine vatan aşkını her şeyin üstünde tutmayı öğretmeye çalışmıştır. Böylece, 1892’den 1943’e uzanan yaşamında silahıyla cephede, konuşmalarıyla mecliste, kalemiyle basında çağdaş Türkiye’nin yapılanmasında belirleyici olan Mahmut Esat, Türk devriminin genç kuşaklara aktarılmasında ve Kemalizm’in kökleşmesinde de etkin rol oynayarak Cumhuriyet tarihimize damgasını vurmuştur.

Kaynak: Şaduman Halıcı, Yeni Türkiye Devleti’nin Yapılanmasında Mahmut Esat Bozkurt (1892-1943), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara, 2004.

Menü