Kendi Sözleriyle Mahmut Esat Bozkurt

Şimdi Selçuk’taki çiftliğinde, çok sevdiği vatan toprağına bürünmüş sonsuz uykusunu uyuyan Bozkurt, gök kubbe altında yalnız “hoş” değil “çok kuvvetli sada” bırakmış ölümlülerdendir.
Mahmut Esat’ın portresini çizmek, onun içindeki sönmeyen alevle canlandırabilmek için yalnız bir yönden kalem yürütmek, yalnız bir cepheden incelemelerde bulunmak, yeterli olmayacaktır. Volkanik bir bünye içersinde devrimci Mahmut Esat, vatanperver Mahmut Esat, adliyeci Mahmut Esat, hatta sanatçı ve şair Mahmut Esat gibi çeşitli Mahmut Esatlar vardır ki, bütün bunların esas hatlarını çizmeden Mahmut Esat’ı anlamaya imkan yoktur. Biz burada Adliye Mahmut Esat’ı kendi sözleriyle yaşatmaya çalışacağız. Zaten bu sözler, o kadar sistemli, o kadar ateşli ve o kadar “Mahmut Esat”tırlar ki bunları okurken, yukarıda sözünü ettiğimiz Mahmut Esatlar birer birer canlanacak, normal adam seviyesinin üstünde bir çap olan Mahmut Esat, kendi sözlerinin kalıbına bürünerek Adalet Bakanlığındaki devrimci, meclis kürsüsündeki hatip, gazete sütunlarındaki yazar, üniversite kürsüsündeki profesör şeklinde bütün görkemiyle meydana çıkacaktır.
Mahmut Esat’ı zerresini tutya(çok değerli maden) gibi algıladığı bu toprak, Türk toprağı yetiştirdi. Kader İsviçre’de tüyü bitmemiş bir öğrenci iken, kendisini devrimin henüz yanmak üzere olan ateşine attı. Mahmut Esat, daha sonra bir alev, bir yanardağ olan bu devrim ateşinin içersinde oldu, yetişti ve eridi. Onun içindir ki devrim şefleri, Atatürk ve İnönü, Mahmut Esat için yarı ilahlaşmış kutsal kavramlardır. Bütün esin kaynakları bunlardır. Devrimin temel taşı olan kanunları Meclise sunarken: “ Tarihe yüksek ve vefalı hatıranıza, bütün gerçeklerin, bütün çıplaklığıyla söz konusu olduğu bu kürsüden küçük bir nokta çevresinde durarak bir gerçeği de anlatmak isterim. Bu yasaları, Devrimin büyük liderinin ilhamından aldığım ışıkla düşünerek teklif ettim.(1) diye haykırmaktadır.

Büyük Başbakan İnönü’yü sürekli yardımcı bulmuştur: “ Bu yasaları hazırlarken karşılaştığım güçlükler içinde sürekli yanımda büyük başbakanı buldum.” (2)
Gazi’yi her fırsatta selamlamayı bir görev bilmektedir: “Yaşamak yeteneğini kaybeden bir uygarlığın kapılarını, bir daha açmamak üzere kapayarak, yeni ve verimli diğer bir uygarlığın içerlerine girmiş ve her aşamasını zaferlerle aşmakta olduğumuz şu anlarda, Devrimin büyük önderi Gazi Mustafa Kemal’i Türk Adaleti namına hürmetle selamlıyorum.”(3)
Gazi Mustafa Kemal, Mahmut Esat için yarı ilahtan da başka bir şeydir: “Gazi her zaman söylediğim gibi Türk’ün elinde zafer sancağıdır. Onunla hayatın her güçlüğünü geçer ve aşarız.”(4)
Onun için Gazi, Devrimin ve Cumhuriyetin en yüksek çıkarlarını en düzgün bir surette ifham(karşıtlarını yanıt veremeyecek biçimde susturan) ve ifaza eden(ışıklandıran) Türk’ün büyük önderidir: “ Ulusumuzun, devrimin ve cumhuriyetin en yüksek çıkarlarını en beliğ bir surette karşı konulmayacak bir biçimde anlatan ve ışıklandıran Türk’ün büyük önderinden bolluk ve bereket ilhamı alarak yürüyeceğiz. Gazi elimizde zafer bayrağıdır. Mutlaka ve kuşkusuz başarılı olacağız.”(5)
Şefler, Mahmut Esat’ın ruhunda, devrimin bir simgesi durumunu almıştır. Devrim için yapılan her yenilik onların ilhamı iledir. En büyük devrim atılımı olan Ankara Hukuk Mektebinin açılışında Devrim Simgelerini mektebin başında görmek ona heyecan veriyor: “ Ankara’mızın Adliye Hukuk Mektebi Türk’ün Şanlı ve Çok Şerefli Kurtarıcısını, Büyük Cumhurbaşkanını, eğitim kurulunun başında ve yanında görmekle şu anda en derin ve fakat anlatımı çok güç heyecanla, sevinçlerle doludur. Mektebimizin Türk Hukuk Tarihi onursal profesörlüğünü lütfen kabul buyuran Büyük Başvekil İsmet Paşa hazretlerine de teşekkürlerimi sunmayı bir görev sayarım.” (6)
Türk, Türkçülük, Mahmut Esat’ta aşk derecesini geçmiş, tutku halini almıştır. Türk sözcüğü geçti mi, Türklükten söz açıldı mı, yüreğinin başının sızladığını hisseder. Türk’ten, Türklükten söz ederken titremeler geçirir. Yapılan her şey, savaşımlar, devrimler, yenilikler Türk içindir. O kadar ki güneşin ışığını, Türk’ten başkalarına ne için verdiğini, yağmurun rahmetini Türkiye’den başka yerlere neden çok verdiğini dahi anlayamaz. Her hadisede esas Türk Milletinin çıkarlarıdır: “Bugün yüksek kurulunuzun huzuruna Türk Ulusunun büyük çıkarlarını anlattığına inandığım bu yasalarla çıkıyorum.” (7) “Türk Ulusunun uygar kurumlar önündeki yüksek yeteneğine ve Türk yargıçlarının güçlü zekalarına ve yeterliliklerine güvenerek bu yasa önergesinin uygulanmasında başarılı olunacağından kuşku duymuyoruz.(8)” Arkasında geçmişin geniş ve engin uygarlığını taşıyan, şimdi yüksek bir yetenekle, keskin bir zeka ile donanmış olan Türk Ulusu…(9)” “Ortada başarılı bir eser varsa- her zaman söylediğim gibi- bu Mahmut Esat’ın değil Türk Ulusunundur.”(10)
Devrime de yine Türklük dolayısıyla aşıktır. Devrimi, Türk Ulusu yaptığı için, Türk Ulusunun kanı bahasına elde edildiği için övmektedir. O kadar ki bu devrime dokunmanın en basit cezası hayatı ile ödemektir: “ Türk Ulusunun büyük özverisi ile gerçekleşen devrime ufak bir saldırı, mutlaka hayat ister.”(11) Devrime bunun verimlerinden Türk Ulusunun yararlanması için aşıktır: “ Devrimin anlam ve kavramını saptayan bu yasaların yayını iledir ki Türk halkı, devrimin verimlerinden yararlanacaktır. Devrim yolunda can veren ve henüz topraklar altında gözleri kapanmayan devrim şehitlerini bu eserler tatmin edecektir.”(12)
Bozkurt, devrim aşkını anlatırken, bu aşkın benliğinde yarattığı heyecanın sebeplerini açıklıyor. Devrimin Türkiye için yükselme ve yaşama aracı olduğunu, inanç dolu bir sesle bir ruh atılımı gibi anlatıyor. Bunun yaptırımının Türk adaleti olacağına inanıyor:
“Türk adliyesi, devrimin hiçbir engel önünde dönmeyen ve yılmayan irade ve kararlılıkla geçmişin ikiyüzlü, intikam, felçli ve ölüm kurumlarını yıkarak yerine uygarlığın yükselme ve yaşama araçlarını koymuş bulunuyor.”(13)
Bu inancın nedeni şudur: “ Biliriz ki devrim, öksüz, dul, erkek, kadın, genç, ihtiyar, bütün Türklüğün kutsal çabalarının ürünüdür.”(14)
Bozkurt için devrimlerin amacı çok yücedir. Devrim kavramı karşısında hiçbir şeyin önemi yoktur. Devrimin büyük çıkarları söz konusu olunca, bireysel haklar, kişisel özgürlükler, her şey durur ve susar. Böyle olunca da bu amaca ulaşmak bakımından adalet gücünün egemenliği gereklidir.
Çünkü devrimi, zor ve zorbalık değil, adalet gücü elinde tutacak ve ilerlemesine, kökleşmesine adalet gücü etken olacaktır: “Bir memlekette adalet gücünün her güce üstünlüğü, o memlekette adalet egemenliğini anlatır. İnsanlığı muzlim(karanlık) safahatı hayatından kurtararak mutluluğa ve özgürlüğe götüren devrimlerin, en son yapılan devrimlerin amacı da budur. Adaletin ilk hedefi, ulusal gücün bir görüntüsü olan devrimin bütün eserleriyle, sonuç ve zorunluluklarıyla her ne bahasına olursa olsun siyaseti olmalıdır. Devrimin büyük çıkarları, amaçları, ülküleri söz konusu olunca kişisel özgürlüklerin, bireysel hakların ve kuşkuların susması ve durması gerekir.”(15)
Mahmut Esat, devrim için, devrimin esenliği yolunda gerekirse kendisinin de üyesi olduğu, hükümete bile saldıracaktır.(sert eleştiri):
“ Eğer durum yalnız soru, gensoru meselesi olmaktan ibaret olsaydı, yalnız bir hükümeti eleştirme veyahut hükümetten düşürme gibi bir meseleden ibaret olsaydı, devrim namına, devrimi ileri götürme namına, hükümetten uzaklaştırmadan ibaret olsaydı, ben şikayetçi arkadaşlarımdan burada daha atak davranarak hükümete saldıracaktım.” (16)
Devrim için demogojiye, kişisel çıkarları için halkın dinsel duygularından yararlanmak, suyu bulandırarak, kişisel emel ve tutkuları eyleme dökmek isteyeceklerin karşısında Mahmut Esat, Demokles’in kılıcı gibidir. Bu gibi bozucu düşünceler, sürekli onun bir bomba tarrakasıyla(gürültü) patlayan gür sesini bulmaktadır: “ Türk devrimi yükseliyor, yürüyor ve yaşıyor ve yaşayacaktır. Türk Ulusu ortada demokrasi namına çekilmiş kılıç gibi bunu beklemektedir.(17)”
Devrim, Türk Ulusu için yalnız yaşama ve yükselme aracı değildir. Aynı zamanda batı uygarlığına açılmış bir kapı görevini görmektedir. Türk Ulusu bu kapıdan mutlaka girecek, o uygarlığa bürünecek ve onun bütün gereklerine ayak uyduracaktır:” Devrimin bükülmez kolu, bizi eski bir uygarlığın içinden alarak büyük ve kutsal bir atılımla yeni uygarlığın kapılarından içeri soktu. Şimdi önümüzde ufukları geniş bir savaş alanı var. Bunda başarının sırrı, onun tüm gereklerine ayak uydurmaktan ibarettir. Bunun güzel yüzünü çok yakın bir günde bütün açıklığıyla gerçekleştirmeye adliyemiz adaydır.”(18)
Yürütmesini adliyenin belli başlı ödevi olarak gören, genç Adalet Bakanı, bunu sağlamak için, kanunlarla uğraşmak görevini üzerine alıyor ve bu kanunların özelliklerinin nasıl olması gerektiğini saptayarak: “Yeni kanunlarımız, Ulusun, memleketin yüksek çıkarlarının, devrimin yüce ilkelerinin kayıtsız koşulsuz anlatımından başka bir şey olmayacak.”(19) diyor.
Bunun sebebini mensur( düzyazı biçiminde yazılan şiir) bir şiir denecek kadar güzel bir ifadeyle şöyle anlatıyor: “ Devrim, tacı, bireylerin hanedanların başından alarak Türk’e, Türk toplumuna giydirdi. Türk devrimi, tacı, bireylere, hanedanlara değil, topluma layık gördü. Toplumu taçlı kıldı. Kanunlarımız bu büyük gerçeğin yaptırımcısı olacaktır.(19)
Devrimi kıskanacak, koruyacak, muhafaza edecek olan Cumhuriyet Adliyesidir. Bunun için elde bulundurulacak terazide zayıf ve güçlü yoktur. Devrime yan bakan göz kimin olursa söndürülmesi, devrime dil uzatacak ağız kimin olursa susturulması, devrimi yolundan çevirecek beyin kimin olursa körletilmesi gereklidir. Genç cumhuriyetin devrim adliyesi yalnız suçsuzların koruyucusudur: “ Devrimin Cumhuriyet Adliyesinin kabul ettiği ilke şudur: Gözümüzde haksız olan en güçlü, en zayıf; haklı olan en zayıf en güçlüdür. Hakimlerimiz ve mahkemelerin huzuruna çıkacak bir suçlu, mutlaka cezasını çekeceğini bilmelidir. Türk Cumhuriyeti adliyesinden ve kanunlarından yakayı kurtarmak için tek bir yol vardır: Masum(suçsuz) olmak.” (20)
Bu sebepledir ki, Türk adliyesinin uyanık ve hazır bulunması, duyarlılığını ve çabasını göstermesi gerekmektedir. “Devrimler insanlığı mutluluğa götüren araçlardır. Karşı koyanların geleceği mutlaka hüsrandır. Devrim için hazır olmak ve onu savunmak ödevi Türk adliyesinin biricik övünç kaynağıdır.” (21)
“Gerçekleri, bunlar aleyhimizde de olsa, olduğu gibi ortaya koymak, bizim belli başlı gücümüzdür. Saklamak, korkmak yalnız güçsüzlerin huyudur.” (22) diyen Bozkurt, özgürlüğün baştan beri aşığıdır. Ancak bu özgürlük, demogojiye dayanan, sınırı olmayan, disiplinsiz bir özgürlük değildir. Bu özgürlük anarşinin düşmanı, sınırları gelişmiş yurttaş haklarıyla çevrili, toplumsal birliği koruyan, saldırgan olmayan bir özgürlüktür: “ Özgürlük, Ulusun varlığını anlatan devlet otoritesine, yurttaşların haklarına karşı şunun bunun elinde kullanılan bir terör aleti değildir. Özgürlük bir toplumun malıdır ki sınırları, kanunların hatta olgun insanlar için, aklıselimin “Dur!” dediği yerde biter. Bu sınırları geçenler özgürlük çapulcularıdır ki bunların yok oluncaya kadar izlenmelerini, soluk vermeksizin kovuşturulmalarını cumhuriyet hukuku emrediyor:”
“ Özgürlük ulusların bir malı ise, durumun güvenliği onun yardımına bağlıdır. Desteği hakkın yaptırımı olan devlet otoritesidir. Devlet gücünü korurken bileceğiz ki özgürlükleri savunuyoruz. Devrimin ilkelerini, cumhuriyet rejimini bilerek güçsüz düşüren her hareket Türk Ulusunun haklarına, özgürlüklerine saldırıdır.” (23)
Mahmut Esat, devrimde olduğu gibi, özgürlük düşüncesinde de laubaliliğe katlanamaz. Osmanlı tarihinin, bu yönden geçirdiği yıkımları iyi bilmekte ve batının özgürlük tartışmalarıyla özgürlüklerin nasıl ortadan kalktığını, güzel algılamaktadır. Onun içindir ki genç cumhuriyetin özgürlük tartışmalarıyla, özgürlük kuramlarıyla demogojiye düşmemesine çalışmaktadır. Özgürlüğü, özgürlüğün öldürülmemesi için sesinin en gür tonuyla haykırmaktadır: “Uluslar halk dalkavukluğuna, demogojiye giden kuram ve özgürlük sözlerinden şikayetçi ve yorgundurlar. Türk Ulusu ve onun yasaları ilkçağ ve ortaçağda şunun bunun bir zorbalık aracı olan kutsal dinler gibi özgürlüğün de zamanımızın bazı düzenbazlarının elinde bir üstünlük aracı ve çıkar aracı olmasına katlanmaz. Özgürlük Türk Ulusunun ve onun genel çıkarlarının hayatı anlamını taşımaktadır.” (24)
Birey olarak birbirine bağlı ve uyum içinde olan Türk kütlesinde, kişisel özgürlüklere mutlak surette yer verildiği takdirde, yıkımlara yol açacağını kabul eden Mahmut Esat: “ Kişisel özgürlüğü anarşi derecesine kadar götürmek, memleketlerin felaket nedeni olur. Kişisel özgürlüklerin yanında sosyal bütünlük vardır. On milyon Türk’ten her biri yekdiğerine birtakım
çıkarlarla bağlıdır ki kişisel özgürlüğü mutlak surette kabul ettiğimiz takdirde bu sosyal bütünlük kalmaz ve memleket bu özgürlük uğruna kurban gider.” (25) demektedir. Sonsuzluk uykusuna bile son makalesini yazarken gazete idarehanesinin bir odasında hazırlanan Mahmut Esat Bozkurt, basın hayatının sayılı ileri gelenlerindendir. Basın özgürlüğü, kendisinin de temel ilkelerinden, temel ülkülerinden bulunmakta, özgürlüksüz basının olamayacağı, yaşayamayacağı düşüncesinde bulunanlardandır.
Ancak burada da disiplinli bir özgürlük taraftarıdır. Hiçbir zaman bu özgürlüğün yurttaş özgürlüğünün üstüne geçmesini, hiçbir zaman bu özgürlük dolayısıyla seçkin bir sınıfın meydana gelmesini arzu etmediği gibi herhangi bir yurttaş gibi basının da bir hesap içinde olması gerektiği düşüncesini ileri sürmektedir.
Mahmut Esat için her düşünce, devrim uğruna kullanılan bir silah haline gelmelidir. Basın özgürlüğü de devrimin koruyucusu, devrimin kökleştiricisi, devrimin bizzat kendisi olmalıdır. Devrimi kökleştirecek araçlardan belli başlı biri adalet mekanizması ise, onun yanı başında bu görevi yapacak diğer unsur basın özgürlüğüdür:
“ Bu hususta Türk adliyesinin bilgisine ve derinliğine güvendiğimiz kadar cumhuriyetin yeni ve seçkin basınının, Cumhuriyet basını olmak konusundaki duyarlılığına ve yeteneğine de inanıyoruz.”(26) diyen bu unsurun gücüne inanan Bozkurt, devrimin kutsal bir armağanı olan basın özgürlüğünün, şantajcıların sığınağı olmasına asla izin verilmemelidir der: “ Basın özgürlüğü yurttaşlar özgürlüğünün üstünde değildir. Her yurttaş yaptıklarından kanun önünde nasıl hesap vermek zorundaysa, basın da aynı durumdadır. Özellikle demokratik cumhuriyette… Aksi durumda devrimlerin kutsal bir armağanı olan basın özgürlüğü, saldırganların şantajcıların sığınağı olurdu.”
“Basın özgürlüğü, saldırı hakkı mı demektir? Yurt içinde yaptıkları hoş görülür, hesap vermez, seçkin bir sınıf mı kabul edilmeli? Basın özgürlüğü,böylelerin elinde şantaj silahı olarak mı bırakılmalı? Cumhuriyet erdem olduğuna göre Türk yurdunda hesapsız bırakılabilecek bir kişi, bir kurum yoktur. Erdem ve özgürlük yalanla, gereksiz saldırılarla, tecavüzlerle birleşemez. Hesabını vermek koşuluyla basın her şeyi yazabilir. Cumhuriyet yasaları ve mahkemeleri ulus namına hakkı ve erdemi beklemektedir.” (27)
Devrim aşığı, özgürlük düşkünü Bozkurt, bütün bunların doğal bir sonucu olarak laiktir. Çok genç yaşında Adalet Bakanı sandalyesine oturduğu zaman, hava o kadar duru ve berrak değildir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, bulanık suda, ihtiras dalgaları kaynatmak isteyen, dedikodu havası yaratarak sinsi emeller yaratan kimseler vardır. Bunlar, laikliği, dini atmak, ulusu dinsizlik uçurumuna sürüklemek olarak algılamakta ve böyle telkinler yapmakta, tutucu kitlenin zaaflarından yararlanmak istemektedir. Bunun içindir ki genç
devrimcinin laikliği pürüzsüz, çekincesiz bir biçimde açıklaması ve kuşkulara yer vermemesi gerekmektedir.
“Laik devlet, laik yasalar kavramı, bilerek bilmeyerek açıklandı ve yorumlandı. Bazıları buna kasıtlı olarak anlam verdiler. Ve propaganda yaptılar. Devrimin laik devlet, laik yasa kavramı ile dinsizliği amaç edindiğini söylediler. Bütün bunlar Türklüğü, memleketi karanlıkta bırakmak isteyenlerin suçlamaları ve yalanlarıdır.”(28)
Layiklik dinsizlik değildir. Din bireylerin vicdanları içinde saklı, tamamen manevi, tamamen vicdana dayalı bir olaydır. Bu manevi ve vicdana dayalı olayın, saldırı ve hükmetme aracı olarak kullanılması, vicdan kavramının ayaklar altına alınması ve kutsallığın kötüye kullanılmasıdır:
“Dünya işlerini dinle yönetenler, onu sonunda kanlı taçlıların ayaklarını bastığı tahtlara sererek tersine çevirdiler. Bütün bir insanlığı asırlarca din adına zorbalık ve eziyet ederek geçindiler. Dini dünya işlerinden ayıran devrim, dini bir araç, saldırı ve hükmetme olmaktan kurtararak ona sürekli bir taç olan vicdanı verdi. O, ancak bütün yüzyılların ve bütün Neronların alamadıkları bu kutsal kale içinde saldırılardan korunacaktır.” (29)
Din tamamen vicdana dayandığına Allah ile kul arasına kimsenin girmeye hakkı bulunmadığına göre, eski anlayışlardan, ortaçağ kurallarından kurtulmak, ölü kuramların yerini yaşayan ilkelere bırakması gerekir:
“Ortaçağ ilkelerinin yerini laik sistemlere bırakması kesin ve zorunludur. Bu gerçek, ölülerin, dirilere makamlarını bırakması kadar açık ve anlaşılırdır.”(30)
Devrimci, özgürlükçü, laik düşüncelerin toplamı cumhuriyetçiliği doğurmaktadır. Yükselme, durma devri ve çöküş devirlerinin canlı bir tablosunu çizen Osmanlı tarihi, mutlakiyet devri artık sona ermiştir. Uluslar, içlerinde yaşadıkları devirlerin gereklerine ayak uydurmak, yaşadıkları zamanın dünya ilkelerini kabul etmek zorundadırlar. Dünya, kişisel
saltanatları çoktan yıkmış, demokrasi ilkelerine bürünerek, kitle egemenliğini, ulus egemenliğini benimsemiştir. Taçlara, ayrılamaz bir unsur gibi bağlı kalmış uluslar bile, hükümdarın saltanat süreceğini, fakat devlet işlerine karışamayacağı kuramını yıllarca önce ortaya atmış, bunun gereğine dört elle sarılmışlardır. Böyle uluslar arası bir düşünce dünyasında Cumhuriyetten başka bir yönetimin, aslında doğası gereği özgür doğmuş, özgür yaşamış bir ulusun, Türk ulusunun başında bulunmasına olanak kalmamıştır.
Aslında büyük lider, İstiklal Savaşı devam ederken, yeni devletin bünyesini, halkçı, ulusçu diye anlatmıştır. O halde Bozkurt’un, cumhuriyetçiliği, devrimciliği, özgürlükçülüğü olayların doğal bir sonucudur. Aslında Cumhuriyetçilik ona göre: “ Gerçek ulusçuluğun, gerçek halkçılığın hukuk bakımından anlatımından başka bir şey değildir.” (31)
Ancak “ulusal egemenlik” ile cumhuriyeti birbirine karıştırmamak gerekir. Birisi biçime ait bir sorun diğeri asıl özü, ruhu kapsamaktadır:
“Ulusal egemenlik başka bir meseledir, cumhuriyet, meşrutiyet, mutlakiyet idaresi, istibdat yine başka bir meseledir. Bir kısmı hükümet şeklidir. Diğeri ulusun iradesinin sürdürülme ve uygulamasıdır. Bu dört biçim içinde değişik biçimlerde ulusal egemenliğin uygulandığını görmekteyiz. Hatta istibdatta bile bir parça vardır. Meşrutiyette biraz daha fazla, cumhuriyette daha fazla… O halde, bu noktada bu iki şeyi karıştırmamak gerekir. Ulusal egemenlik cumhuriyetin gelişmişi demek değildir. Çünkü ulusal egemenlik biçim değil, ruh ve öz meselesidir.” (32)
Cumhuriyet yönetiminin birçok yararları, iyilikleri, ulus için mutluluk veren halleri vardır. Çünkü bu yönetim, eleştirinin, düşüncelerin ürünüdür. İki yüzlülükten, boş övgülerden hoşlanmayan, mutlakiyet gibi sessizliği temel alan bir yönetim değildir:
“Zannedilmesin ki demokrasilerin, cumhuriyet rejimlerinin eleştiriden, düşüncelerden korkusu vardır. Cumhuriyetler, eleştirilerin, düşüncelerin ürünüdür. Bunlardan doğdular, bunlarla yaşayabilirler. İki yüzlülükten, boş övgülerden yanlı ahmaklık hoşlanır, sessizlikten, her şeyi kabul etmekten yalnız eziyet eden istibdat rejimi hoşlanır.” (33)
Eleştirilerin, düşüncelerin ürünü olan cumhuriyet; herkesin elinde istediği şekilde oynayacağı bir oyuncak, herkesin kişisel ihtiraslarını tatmin edecek bir araç değildir. Her araç gibi cumhuriyet yönetimi de bu yurdun yüksek çıkarlarını elinde tutacak bir araçtan ibarettir. Önemli olan memleketin, Türk Ulusunun yüksek çıkarlarıdır. Bu yüksek çıkarların ortaya çıkması için bir araç olan cumhuriyete, yan bakmak, ne büyük bir suç ise, onu çıkarların, ihtirasların basamağı haline koymak da o oranda büyük bir suçtur. Bozkurt, bu kanıda bulunacak aymazların aldanacaklarına inanır:
“Özel çıkarlarını tatmin için devlet otoritesini güçsüz düşürecek, kasıtlı eleştirileri, propagandaları, hareketleri ile bu yurdun yüksek çıkarlarıyla oynayan düşünceleri, herhangi bir suikasti (öldürümü) takip eder gibi yok edinceye kadar koşturmakta acizlik göstereceğimizi umanlar, aldanacaklardır.” (34)
Bozkurt’un Adalet Bakanlığına gelmesi Necati merhumun, adliyedeki 1340 adli devrimini izleyen günlere rastlar. Necati merhumun adli devrimi ruhtan çok biçime aitti. Şer’iye makemeleri tarihe karışmış, istinaflar kaldırılmış, sarıklı kadılar, mahkeme üyesi, mahkeme reisi unvanını almışlardı.

Necati merhum, biçime ait bu devrimini, izleyecek olan asıl devrimini, ruh devrimini uygulamaya zaman bulamadan nöbet değiştirmiş, yerini Bozkurt’a bırakmıştı. Türk hukukuna mecelle, ahkamünikah (nikah hükümleri) hakimdi. “ Türk tarihinin en hazin siması(üzgün yüzü) olan, şimdiye kadar istenildiği zaman kolundan tutularak bir esir gibi yerden yere vurulan, fakat ta ezelden beri hanım olan Türk annesi, > (35)boş ol>, denildi mi boş oluyor, sokaklara atılıyor, sefil kalıyordu.”Mahkeme reisi, üye unvanını alan eski kadı, yine kitabülnikah(nikah kitabı)hükümlerini uyguluyor, yine “mihrimüeccel” (gelecekte verilecek para)“mihrimuaccel”(nikahta verilmesi öngörülen para) tartışmalarıyla zaman geçiriyordu. Devrim büyük atılımlar istiyordu.
Uluslar arası uygarlığın kapısını kendisine açan Türk Ulusu, bu uygarlığın bilimine, hukukuna, yasalarına susamış durumdaydı. Mahmut Esat Bozkurt, bütün bunları yapacak, uygarlık ölçüsü bilimlerin gerektirdiği yasaları devrime, Türk Ulusuna armağan edecekti. Onun İslam hukuku için ayrı ayrı belirginleşmiş, kesinleşmiş düşünceleri vardı. İslam hukukunu şöyle düşünüyordu: “İslam hukukunun zamanımıza kadar sürüklene sürüklene gelen esaslı, fakat en sakat ve en aksak bir dayanağı vardır ki ona Arapça deyimiyle “kale” derler. Güzel Türkçemizde “dedi ki” biçiminde çevrilen bu esas yüzyıllarca ve yüzyıllarca Türk Ulusunun yazgısını ortaçağa bağladı. Onu ilkçağda verilen kararla yönetmekte etken oldu. İslam uygarlığına bağlı hukuk severler çok yazık ki zihinlerini bu esastan kurtaramadılar. Bizdeki mecelle ve buna benzer bazı yasalarımız bu zihniyetin en belirgin örnekleridir.”
“Dedi ki” deyimi “kale”nin Türkçe karşılığıdır. Fakat “kale”nin gerçek anlamı, bilinçsiz ve anlayışsızım, ortaçağ ulularının düşüncelerinden başka bir şey düşünemem. Ölülerin kararıyla yürürüm. Ve düşünmekten yoksunum demektir. Bunun yirminci yüzyılda açık anlamı ben yokum, ben ölüyüm demektir.” (36)
Bu hukuk, Türk Ulusunun, bilinçte, anlayıştan yoksun olduğunu gösteren hukuktur. Böyle bir tarihi yakmak ve kül etmek gerekir: “ Geleceğini Arap yorumcularının sözlerine bağlı görecek kadar Türk Ulusunun, anlayıştan, bilinçten, düşünceden yoksun olduğunu kim söyleyebilir? Türk’ü böyle ağır bir suçlama altında bırakmaya kimin hak ve yetkisi vardır? Böyle bir tarih varsa ki
vardır. Onun yanması, kül olması gerekir.”(37)
Mahmut Esat’a göre, hukuk mektebinin açılmasındaki amaç, işte budur. Bu mekteptir ki geçmişten gelen esasları tarihe bırakarak, bilinçle, anlayışın doğurduğu Türk hukuku ilkesini temel kabul edecektir: “ Bugün büyük devrim liderimizin işaret ettiği yerlere yürümeyi, çok şerefli ve çok verimli bir esas olarak kabul eden Ankara hukuk mektebi, geçmişten gelen esasları tarihe bıraktı. “Dedi ki” “Dediler ki” ile değil, “diyorum ki” özellikle “Türk olarak, bir insan olarak, bilinçle, anlayışla diyorum ve düşünüyorum ki” ilkelerini kendisine temel almış bulunuyor.” (38)
Saltanatın devrime bıraktığı yasa mirasları, Arap ve Frenk kokusu içindedir: “ Fakat unutmayınız ki yasalarımız, on üç yüzyıl önce Bağdat çöllerinde yazılmış ve on üç yüzyıldan beri Türk’ün yazgısını yönetmiştir. Bunların bir kısmı yüz yıllık Fransız yasalarıdır ki onlar da Frenk kokmaktadır. Şu halde yasalarımızın bir bölüm Arap, bir bölümü Frenk kokmaktadır.” (39)
“Yeni Türk hukuku bu kokuyu giderecek, Türk’ün malı olacak ve Türk’ün yüksek çıkarlarını, özellikle yirminci yüzyıl uygarlığının hayat ufuklarını açacaktır: “ Türk Cumhuriyeti hukuk sistemini inceleyecek ve araştıracak olan Ankara Hukuk Mektebi, çalışma alanında, hiçbir kökene, hiçbir kaynağa bağlı değildir. Onun en büyük kitabı, kayıtsız koşulsuz Türk Ulusunun yüksek çıkarları ve yirminci yüzyıl uygarlık ve hayatının varlık nedeni olan çağdaş bilimlerdir.” (40)
Batı uygarlığına, batı hukuk sistemine açılmış bir kapı olan Ankara Hukuk Mektebinin açılmasıyla iş bitmiyordu. Şimdi ele yasaları almak, tıpkı Deli Petro’nun cetvel tahtasıyla tren yolu hattını çizdiği gibi, tartışmalara, söz dalaşmalarına daha doğrusu <mantık> oyunlarına işi dökmeden yeni hukuk mevzuatını ortaya dökmek gerekiyordu. Bunun için ateşli bir etkinlik başladı.
Medeni Kanun, Ceza Kanunu, Borçlar Kanunu, İcra kanunu, Mahkemeler Teşkilatı Kanunu, birbiri ardınca meclis gündemlerinde görünmeye başladı. Genç vekil, yorulmak bilmeyen bir çabayla tezini savunuyor, sorulara cevaplar veriyor, tükenmez bir kaynak olan içinin atılımlarıyla, bütün yasaları, tek bir madde halinde bütün olarak meclisin onayından çıkarıyordu.
Medeni kanunun kaynağı, İsviçre kanunu idi. Devrimin her yeniliğinde olduğu gibi, bu kanunun da baş döndürücü bir hızla çıkması, bilimsel dedikodulara konu olmuş, Türk toplumuna uymadığından, benliğimize aykırı düştüğünden, Türk kültürünü doyuramadığından söz edilmişti. Genç vekil, söz söyleme gücü kadar, ateşli olan kalemiyle, kanunun gerekçesinde bütün bunlara şöyle yanıt veriyordu:
“İlkelerini yabancı bir memleketten almış olan, Türk Medeni kanununun yürürlüğe girmesinden sonra, memleketimizin gereksinimleriyle uyumlu olmaması iddiası geçerli görülmemiştir. Kaldı ki, İsviçre devletinin, çeşitli tarih ve geleneğe bağlı, Alman, Fransız ve İtalyan ırklarını taşıdığı bilinmektedir. Bu kadar, hatta kültür yönünden bile birbirinden farklı bir çevrede uygulama esnekliğini gösteren bir kanunun, Türkiye Cumhuriyeti gibi yüzde doksanı bakımından uyumlu bir ırkı barındıran bir devlette uygulama yeteneği bulabilmesi kuşkusuz uygun görülmüştür.”
“Bundan başka yenilikçi bir ulusun, olgun bir yasanın Türkiye Cumhuriyetinde uygulanma olanağı bulamayacağı düşüncesi sakat bir düşünce olarak görülmüştür. Bu tez, Türk Ulusunun uygarlık yeteneğinin olmadığını anlatan bir mantığa yol açabilir. Oysa gerçek durum ve tarihsel olaylar, bu iddianın tamamen karşıtıdır. Türk yenilik tarihi, tanık gösterilerek denebilir ki Türk Ulusu, içinde bulunduğu yüzyılın gereklerine uyumlu olarak oluşturulan, olumlu ve sağlıklı, akıl ve zekaya uygun yeniliklerin hiçbirine karşı çıkmamıştır. Bütün bir yenileşme tarihimizin içinde kamunun yararı görüşüyle yapılan yeniliklere, yalnız çıkarları bozulan gruplar karşı çıkmışlar ve halkı din namına, sakat ve batıl inanışlarla alçaklıkla kargaşa çıkarmışlardır. Unutmamak gerekir ki Türk Ulusunun kararı, çağdaş uygarlığı kayıtsız ve koşulsuz bütün ilkeleriyle kabul etmektir. Bunun en belirgin ve canlı kanıtı devrimimizin kendisidir. Çağdaş uygarlığın, Türk toplumuyla uyuşmayan noktaları görülüyorsa, bu Türk Ulusunun yetenek ve yatkınlığındaki eksiklikten değil, onu gereksiz bir biçimde kuşatan ortaçağ kurumu dinsel gelenek ve kurumlardandır”
“Şu yönü de işaret etmek gerekir ki çağdaş uygarlığı almak ve benimsemek kararıyla yürüyen Türk Ulusu, çağdaş uygarlığı kendisine değil, kendisini çağdaş uygarlığın gereklerine her ne pahasına olursa olsun uydurmak zorundadır. (41)
Görülüyor ki, sorun yasanın, Türk toplumuna uymaması düşüncesi değil, geçmişten gelen kurumların, yasayı uygulayamamaları konusudur. Eğer yasa – bir varsayım olarak- başarılı olmayacak olursa, suçu İsviçre yasasının kaynak olarak alınmasında aramamak, belki uygulama biçimindeki başarısızlığa yorumlamak gerekecektir. Fakat buna da gerek kalmayacaktır. Genç devrimcinin ruhundadır, devrimin yanardağı lavlar fışkırtmaktadır. Her şey devrim için. O halde devrim için olan, devrim için yaratılan bir yapıtın başarılı olmamasına olanak yoktur:
“Türk Ulusunu uygar yeteneklerden uzak görenler, bu yasayı toplumumuz içinde nasıl uygulanmakta olduğunu gördükleri gün, düşüncelerinde ve suçlayıcı bulaşık düşüncelerinde ne kadar aldandıklarını ve hızla yürüyen Türk devrimi önünde kendilerinin ne kadar geri kaldıklarını görecekler ve umarım ki sonsuza kadar utanç içinde kalacaklardır.”(42)
Yukarıda uygun bir fırsatta söylediğimiz gibi, laikliği, dinsizlik sayan sınıf, aynı görüşü, medeni kanunda da söylemekte, kitabünnikahı bırakmanın dinden çıkmaya kadar yol alabileceğini iddia etmektedir. Fakat Türk devriminin bu konudaki kararı, kesin ve nettir. Devrim dini Tanrı ile birey arasında bir araç saymakta ve vicdanla ilgili görüşleri her türlü karışmadan uzak tutmaktadır:
“Dinlerle, din kurallarıyla bir ulusun siyasi yazgısı, dünya işlerini devlet eliyle yönetme davası, bütün bir tarihimizde, bütün dünya tarihi de, zorbalık, tagallüp(zorlama) ve tasallut(saldırı) içersinde yaşayanların tanrılık davasında bulunacak kadar ceberut(büyüklenme) ve zorbalıklarına neden olmuştur. Türk devriminin bu alandaki kararı, dini yalnız tanrı ile birey arasında kutsal bir
araç olarak algılamanın ve her bireyin bu alandaki vicdanla ilgili görüşlerini her türlü karışmadan uzak tutmaktır. Bu kararı ulus ve devrim ne pahasına olursa olsun savunmaya hazırdır.” (43)
Aslında Bozkurt, bu yasanın genç cumhuriyetin bir kesin kararı bir güvencesi olduğuna inanmaktadır.
“Türk Medeni Kanunu, laik ve demokratik Türk devletinin bir kesin kararı, güvencesi ve çağdaş demokratlar uygarlığının en zengin ve en süslü bir tacıdır.” (44)
Bütün bu iyilikleri içindir ki, bu yasanın kabulü için kalkacak milletvekillerinin elleri, tarih açısından görevlerini, gönül rahatlığıyla yapmış olacaklardır:
“Medeni Kanunu beğenerek onayladığınız anda devrime ve Türk tarihine, Türk yaşamına yeni bir seyir armağan etmiş olacaksınız. Bu yasanın kabulü anlamında ellerinizi kaldırdığınız zaman, geçen on üç yüzyıl duracak ve Türk Ulusuna, Türk toplumuna, yeni, verimli uygar bir hayat açılacaktır.”(45)
“Türk Ulusunun istenciyle oluşan bu büyük eserin ceza kanunu ile silahlandırılmış ve donatılmış olması gerekir. “ (46)Çünkü ceza kanunumuz eskidir. Devrimi koruyacak, devrimi yaşatacak yaptırımlardan yoksun bulunmaktadır:
“ Devrimin ve cumhuriyetin ortaya koyduğu ilkeler, kurallar, meydana getirdiği eserler, başka bir deyimle devrimin davası, Türk ulusunun hakkı meselesi, yürürlükteki ceza kanunumuzla, yeterli derecede yaptırımlarla desteklenmiş değildir.” (47)
Yeni ceza kanunu, İtalyan ceza kanunundan alınmıştır. Devrimi koruması için gerekli yerler eklenmiş, bilimsel bir eser niteliğini kazanmıştır. Serttir. Çünkü devrime kıskançtır. Devrimin ve ulusun yüksek çıkarlarını koruyacaktır:
“Ceza kanunumuz çok serttir. Çünkü devrime çok kıskançtır. Fakat şunu yüksek kurulunuza güvence olarak söyleyebilirim ki, sertliği ile birlikte bilimsel bir eserdir. Bundan korkacak olanlar ve korkması gerekenler, Türk Ulusunun çıkarlarına, Türk Ulusunun hukukuna ve devrime karşı tekin olmayanlardır ve bunların korkmaları gerekir.”(48)
Ceza kanunun görüşülmesi sırasında en fazla itiraz hedefi, kanunda idam cezası bulunmasıdır. Fakat idam, tıpkı rafta saklanan bir ilaç gibi, gereğinde kullanılmak, tedaviye gerek duyulan bir organda, ameliyat yapmak gibi gereklidir. İdamı kaldıran memleketler bile, buna ihtiyaç görmüş ve zaman zaman,başka başka nedenlerle, idam düşüncesine geri dönmüşlerdir. Bu ilaç Türk devriminin korunması, Türk ulusunun yüksek çıkarları için kullanılacaktır:
“Ceza kanunu tasarısına konulan idam cezasının hedefi, doğrudan doğruya memleket ve Türk Ulusunun büyük ve yüksek çıkarlarını kurtarmaktan başka bir şey değildir. Bilmek gerekir ki Türk Ulusunun ve devrimin çıkarlarına göz dikenler bunu mutlak hayatlarıyla öderler.”(49)
Ceza usulü muhakemeleri kanunu, Alman kanunu kaynak alınarak yapılmıştır. Bu kanunun görüşülmesi sırasında batının medeni kanunlarının kabul ettiği, jüri üzerinde durulmuştur. Jüri bizde de gerekli midir? Jürinin memleketimizde taşıyacağı anlam, uygulama biçimi nasıl olmalıdır. Genç Vekil, batının birtakım ülkelerinde tarihe karışan jüriyi, devrim adliyesine uygun görmemekte, hak ve adalet kavramını, her önümüze gelen bir sorumsuzun anlayışına bırakmaya taraftar görünmemektedir:
“ Kısaca şunu arz etmeliyim ki Jüri bize göre hukuk biliminin adalet temelinin ayrılık kabul etmez ilkelerinden biri değildir. Eğer yanılmıyorsak tarihsel anlamı ortaçağdaki sosyal sınıfların o zamanki varlıklarıyla anlatılabilir. Tamamen ortaçağ kurumudur. Eğer hukuk bilim ise- bizce bundan şüphe yoktur- ulusun büyük denetimi altında, onun uygulamasını, onun sanatçılarına, hukukçularına bırakmak gerekir. Yoksa hakkın ve adaletin geleceği, her önümüze gelen sorumsuzların anlayışına bırakılacak olursa hak ve adalet namına neler yapabileceğini, önceden kestirmek zor olmaz sanırım.” (50)
İcra ve İflas kanununun amacı, genç vekile göre, yurttaşları adalet önünde bekletmek değil, hızlı bir biçimde istedikleri hakka kavuşturmak olmuştur:
“İcra ve İflas kanunu tasarımızın bir tek cümle içinde ruhu ve temelini tespit etmek gerekirse, denebilir ki işleri mahkemeye düşürmeden, çarçabuk bitirmek, hakkı yerine getirmektir. Türk adalet sistemleri, adalet önünde bekleyen ve sürünen değil, fakat hakka kavuşan ve sürekli yükselen insanları ve yurttaşları görmek istemektedir.” (51)
Bizce İcra kanununun ruhu, çabukluk sağlamasından çok, geçmişin kötü bir gelenek olarak, devirden devire miras bıraktığı borç için hapsini ortadan kaldırmış olmasıdır. Adliyeci Mahmut Esat, bu olayın üzerinde ısrarla kesin bir kararla durmuş, bu temel ilkeden hiçbir şekilde vazgeçmemiştir. Kendisinin denetim gezilerinde cezaevlerini gezerken, borçtan yatan Türk çocuklarının,
ödemek zorunda olduğu parayı, kendi parasından vererek çıkarttığı, özgürlüklerine kavuşturduğu yerler az değildir. Mütegallibeliğin(zorbalık) belli başlı silahlarından biri olan borç için hapis yatmayı, geçmişe gömen devrimci Mahmut Esat, bunun nedenlerini şöyle anlatıyor:
“Şu yönü de hepinizin bilgisine sunmak isterim ki kanun tasarısının uygulanmasına başlandığı gün, bütün uygar ülkelerde olduğu gibi, kişisel borç için hapis, bu yurttan, geçmişte kalan ölmüş merakların arasına atılacaktır. Kökeni Roma hukukunda bulunan ilk ve ortaçağı aştıktan sonra zamanımıza kadar yaşayabilen bu sistem, bir bakıma göre memleketimizde mütegallibeliğin belli başlı ve son silahlarından birisini oluşturmaktadır.”(52)
Devrimin çocuğu Bozkurt, bütün bu kanunları hazırlarken, içinden fışkıran bir iman ile bütün bu mevzuatın uygulama alanı bulacağını, başarılı olunacağını biliyor ve buna iman ediyordu. Yeni kanunların uygulama alanına konmasından beri geçen kısa zaman, bu imanın yerinde olduğunu göstermeye yeterli gelmiştir. Mahmut Esat Bozkurt, yalnız uygulanacak kanunları hazırlamaya büyük çaba harcamakla kalmamış, uygulayıcılar için de düşüncelerini ve duygularını ortaya koymuş ve kanunlaştırmıştır.
Yargıçlık niteliği, Bozkurt için bağımsızlık, onur ve bilgiden ibarettir. Bu üç koşul birbirini tamamlayıcı ve koruyucudur. Bilgisiz ya da onursuz bağımsızlık yarar yerine zarar verir. Türk yargıcı ancak, Türk ulusunun kanı pahasına elde ettiği devrimin koruyucusu olduğunu bilerek bağımsızlığını kullanabildiği ölçüde başarılı olabilir. Aksi takdirde gericiliğe, zorbalığa ve fenalığa araç olması her zaman mümkündür. Bunun içindir ki Türk yargıcının, Bozkurt’un idealinde yaşayan biçimde olması gerekir:
“Türk yargıçları, sizler Türk devriminin, demir eliyle kurulan yeni uygarlığın kıskanç bekçileri olmak zorundasınız. Görev ve sorumluluğunuz, geçmişin dirilmesine, yeniliğin ıstırap çekmesine zaman ve imkan vermeyecektir.” (53)
Cumhuriyet savcısı, genç devrim vekilinin ülkü ve amaç edindiği bir kimsesidir. Bu görevin adeta aşığıdır. Cumhuriyet savcılığı görevine imrenerek
bakmaktadır:
“Yüce görevinizin büyük aşkına imrenenlerin arasında benim de bulunduğumu, özlemle belirtmek isterim.” (54)
Bu görev çok onurludur. Çünkü devrimi, ilk safta beklemek görevi savcıların omuzlarına yüklenmiş kutsal bir görevdir:
“ Her gün yüksek kalan Türk Ulusunun, her gün yüksek kalması için devrimin yok ettiği eskiliklerin yerini alan yenilikler, kanı damarlarımızda vuran ırkımızın ve her avuç toprağında bir devrim şehidinin kutsal kanı kokan Türk yurdunun yüceltme koşullarıdır.” “Bütün bu kutsallıkları ilk safta beklemek gibi her kula nasip olmayan onurlu görevi, tarihin görünüşü sizlere yüklemiş bulunuyor.” (55)
“Bağlı olmaktan onur duyduğumuz ulusun, Türk ulusu kararlılık ve istencinin ortaya çıkmasından alan devrimin ve onun en büyük eseri cumhuriyetin, laik cumhuriyetin temeli adliyemiz ve çok kıskanç bekçisi olmakla yükümlüdür.”(56) Diyen Mahmut Esat, Cumhuriyet Savcısını şöyle görmek istiyor:
“ Rütbelerimizin büyüklüğü, yetkilerimizin genişliği ne olursa olsun bilim rütbesini, daha Türkçe söyleyeyim bilgi rütbesini, bilgi yetkisini her şeyden üstün ve geniş gören ve görmekle yükselen bir neslin bireyleriyiz.”(57)
Devrim adliyesinin aşığı Mahmut Esat da <Berlin’de hakimler var> sözü gibi <Türkiye Cumhuriyetinde hakimler var> sözünün dillerde dolaşması en büyük amaçları arasında bulunmaktadır:
“ Dilerim ki uzmanlığınızla, bilginizle doğan inanmadan bu yurtta yaşayanlar, kim olursa olsun, hatta haklarını uzaklardan bu yurtta arayanlar kim olursa olsun <Türk Cumhuriyetinde savcı var, yargıç var, kimsesiz değilim> özdeyişini kendilerine iman edinsinler.”(58)
Türklüğün aşkıyla bağrından alevler fışkıran Bozkurt, savcılara Türk’ün ne olduğunu Öğretiyor:
“Cumhuriyet savcıları! Türk Ulusu ve onun tarihi, yüksek bir felsefe kitabına benzer ki onu anlamak ve sezebilmek için oldukça özel bir yetenekle donanmış bulunmak ve önce Türk olmak gereklidir.” (59)
Ve anlattığı bu Türk’ün bütün üzüntü ve sıkıntılarından kendilerinin sorumlu olduğunu anlatıyor:
“Meriç kıyılarında çalışan küçük Türk köylüsünün, kaybolan sabanından tutunuz da bu yurtta yaşayanların uğrayacağı en ufak haksızlıktan, hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen öksüzlerin göz yaşlarından siz sorumlusunuz.” (60)
Bu kadar kutsal görevleri, omuzlarına yüklenmiş olan savcılar, gurura kapılmayacak, gururun pençesi altında görevlerini yapamamak tehlikesine düşmeyeceklerdir:
“ Sizler gurura tenezzül etmeyeceksiniz. Gurur, aldanma demektir. Aldanan mutlaka düşer.” (61)
Bozkurt, barış aşığıdır. Barışı insanlığın doğal bir hakkı olarak algılar:
“ Ancak barıştır ki insanlığın doğal hakkıdır. Çağdaş uygarlıkta uluslar arası hukukun rolü, savaşın önünü alacak engellerin nedenini ve barışı sürdürecek kuralları açıklamak ve onları korumak olmalıdır.” (62)
Bu düşünceyle, bu ülküyle yoğrulmuş olan Mahmut Esat için Lotüs davası, bir onur tacı oluşturmuştur. Bütün ömrünce, yalnız Lotüs işini yapmış olsaydı, Mahmut Esat Bozkurt, yine üstün başarılı bir ölümlünün mutluluğunu duyacaktı. Ne yazık ki, bu büyük eseri burada çözümlemek için olanak bulamıyoruz. Çünkü bu eserin çözümlenmesi yorumlanması aşağı yukarı büyük bir kitap oluşturacaktır. Bozkurt-Lotüs işine:“ Savaş patladıktan sonra, uluslar arası hukukun, <savaşçıların görevi> diye bağırıp çağırdığı şeylere- sözleşme olmasına rağmen- ne yazık ki kimselerin kulak asmadığı, hatta güldüğü, basit mevizeler (öğütler) olmaktan ileri geçmeyen sözler ediliyor. O zaman yazık yenilmişlere! Bu, tarihin böylece tespit edip getirdiği bir gerçektir. Bu gerçeğin biz Türkler, sesimizi duyuracak kadar yakın olan bir geçmişte tanığı olduk. Bakınız hala özgür ve bağımsız Türk yurdunun dört bucağında yenilmiş ve münhezim(bozguna uğramış) düşman eliyle konulan kundakların, yangınlarından harap olan yurtların dumanları tütüyor. Hala düşman süngüsünden geçirilen binlerce ve binlerce silahsızların öksüzleri gözlerimizin önünde dolaşıyor. Saldırgan düşmanlara karşı, Türk bağımsızlığı için verilen savunma savaşlarını, tarih ve uluslar arası hukuk, hakkın zulme, Türk zulmüne karşı yengisi diye yazacaktır.” (63)Düşüncesi varken girişmiş ve hakkın yengisine karşı olan büyük iman ile davayı kazanmıştır. Bu imandır ki, kendisini uluslar arası hukuk şöhretleri karşısında başarılı kılmış, hemen hemen ilk kez denilebilecek bir biçimde Türk uygarlık tarihine bilimsel bir zafer tacı yerleştirmiştir.
Medeni Kanunu, Medeni Kanunun Uygulama Kanunu, üç ciltlik Rossel Şerhi(Açıklaması), iki ciltlik Kurti Şerhi, Martin’in Borçlar Kanunu Şerhi, Rossel’in Borçlar Kanunu Şerhi, Kara ve Deniz Ticaret Kanunları, Ceza Hukuk ve Usulü Muhakemeleri Kanunları, Ceza Kanunu, dört ciltlik Ceza kanunu şerhi, İcra ve İflas Kanunu, V. Overbeck’ten İcra ve İflas Kanunu şerhi, Hakimler Kisve Kanunu gibi anıtlar, Mahmut Esat Bozkurt’un az zamanda, devrim adliyesine armağan ettiği hediyelerdir. Devrim Adliyesi, bu eserlerle
her zaman için övünecektir.
Ne yazık ki, genç denilebilecek bir yaşta, kara toprağı başına çekmiş bulunuyor. Devrim çocuğu Mahmut Esat’ı, bu yaşta, eserlerinden ördüğü büyük anıtın altında, bir avuç kara toprağa bürünmüş görmek, insana acı geliyor.

Baha Arıkan – Dönemin Ceza İşleri Müdürü
Not: Dönemin Ceza İşleri Genel Müdürü Baha Arıkan’ın ,Adalet Bakanlığı Dergisi Mahmut Esat Bozkurt Özel Sayısında çıkan yazısı tarafımdan günümüz diline uygun düzeltmeler yapılarak yazılmış, dipnotlar sıraya konularak yeniden düzenlenmiştir. (Nail Topal)

Dipnotlar
1- 17.02.1926 tarihli zabıt ceridesi
2- 17.02.1926 tarihli zabıt ceridesi
3- 1 Kasım(teşrinisani) Halki Palastaki Nutkundan
4- 1 Kasım(teşrinisani) Halki Palastaki Nutkundan
5-5 Kasım (teşrinisani) 1925 Hukuk Mektebi Açılış Nutkundan
6- 5 Kasım (teşrinisani) 1925 Hukuk Mektebi Açılış Nutkundan
7- 17.2. 1926 tarihli Meclis Zabıt Ceridesinden
8- 18.2. 1926 tarihli Meclis Zabıt Ceridesinden
9- 15 Ekim (teşrini evvel) 1929 Belvüdeki Nutkundan
10- Adliye Ceridesi, 1927 yılı, 64-65 nolu dergi
11- 1.3.1926 Zabıt Ceridesi
12- 17.2. 1926 Zabıt Ceridesi
13- 1.Ekim( teşrinievvel) Halki Palas Nutkundan
14- Aynı Nutuktan
15- Aynı Nutuktan
16- 1 Aralık (kanunu evvel) 1340 Adliye Ceridesi
17- 1 Aralık (kanunu evvel) 1340 Adliye Ceridesi
18- 24 Haziran 1341 Perapalastaki Nutkundan
19- 24 Haziran 1341 Perapalastaki Nutkundan
20- 24 Haziran 1341 Perapalastaki Nutkundan
21- 24 Haziran 1341 Perapalastaki Nutkundan
22- 5 Kasım (teşrinisani) 1925 Ankara Hukuk Mektebi Açılış Nutkundan
23- 15 Ekim(teşrinievvel) 1929 Belvü Palastaki Nutkundan
24- 22 Ocak (İkinci Kanun) 1930 Müddeiumumiler(savcılar) Kursu Açılış Nutkundan
25- 24 Haziran 1341 Perapalastaki Nutkundan
26-2.1.1926 Meclis Zaptı
27- 15 Ekim( Teşrinievvel) 1929 Belvüdeki Nutkundan
28- Adliye Ceridesi 1927 64.Sayı Matbuat Hürriyeti Hakkındaki Beyanatı
29- 1 Kasım (teşrini sani) 1926 Halki Palastaki Nutkundan
30- 1 Kasım (teşrini sani) 1926 Halki Palastaki Nutkundan
31-Adliye Ceridesi 1 Temmuz 1341 tarihli Kavanin Komisyonundaki Nutkundan
32- 24 Haziran 1431 Perapalas Nutkundan
33- Adliye Ceridesi Aralık( kanunuevvel) 1340
34- 15 Ekim(teşrinievvel) 1926 Belvüdeki Nutkundan
35- 15 Ekim(teşrinievvel) 1926 Belvüdeki Nutkundan
36- Zabıt Ceridesi, 17 Şubat 1926
37- 5 Kasım (teşrinisani) 1925 Hukuk Mektebinin Açılış Nutkundan
38- 5 Kasım (teşrinisani) 1925 Hukuk Mektebinin Açılış Nutkundan
39- 5 Kasım (teşrinisani) 1925 Hukuk Mektebinin Açılış Nutkundan
40- Aralık(kanunuevvel) 1340 Adliye Ceridesi
41- 5 Ekim(teşrinisani) 1925 Hukuk Mektebinin Açılış Nutkundan
42- Kanunu Medeni Esbabı Mucibesinden(Gerekçesi)
43-17 Şubat 1926 Zabıt Ceridesi
44-Adliye Ceridesi, 1 Temmuz 1341 Tadili Kavanin Komisyonundaki Nutkundan
45- 1 Kasım(Teşrinisani) 1926 Halki Palastaki Nutkundan
46- 17 Şubat 1926 Zabıt Ceridesi
47- 1 Mart 1926 Zabıt Ceridesi
48- 1 Mart 1926 Zabıt Ceridesi
49- 1 Mart 1926 Zabıt Ceridesi
50- 1 Mart 1926 Zabıt Ceridesi
51- 4 Nisan 1929 Zabıt Ceridesi
52- 18 Nisan 1929 Zabıt Ceridesi
53- 18 Nisan 1929 Zabıt Ceridesi
54- 1 Kasım(teşrinisani) 1926 Halki Palastaki Nutkundan
55- 22 Ocak(kanunusani) 1930 Müddeimumiler Kursunun Açılış Konuşmasından
56- 22 Ocak(kanunusani) 1930 Müddeimumiler Kursunun Açılış Konuşmasından
57- 24 Haziran 1341 Perapalas Nutkundan
58- 24 Haziran 1341 Perapalas Nutkundan
59- 22 Ocak(kanunusani) 1930 Müddeiumumiler Kursu Açılış Konuşmasından
60- 15 Ekim(Teşrinievvel) 1929 Belvüdeki Nutkundan
61- 15 Ekim(Teşrinievvel) 1929 Belvüdeki Nutkundan
62- 15 Ekim(Teşrinievvel) 1929 Belvüdeki Nutkundan
63- Adliye Ceridesi 1927 No: 64
64- Lotüs Davası Münasebetiyle Söylenen Nutkundan Adliye Ceridesi 1927, No: 64

Önceki yazı
45’nci İzmir İktisat Kongresi Sempozyumu 2014
Sonraki yazı
Profesör Mahmut Esat Bozkurt ve Bir Yabancı Gözü ile Türk Hukuk Devrimi
Menü