Milli Türk devriminin büyük işçilerinden birini daha kaybettik. Mahmut Esat’ı henüz tam olgunluk çağına erişmiş sayılacağı bir yaşta(elli bir yaşında) toprağa bırakıyoruz. O, normal insanların her bakımdan umutsuz buldukları bir devirde, Türk Milletinin bağımsız varlığını kurtarmak olanağının kaybolmadığına inanan, normal üstü liderin açtığı bayrağın gölgesinde yürüyen ilk aydınlarımızdandır. Ben, kendini tanıdığım zaman, Kurtuluş Savaşı başarılmış, yurdumuz yeni hayatına kavuşmuş, saçılan tohumların bereketi verimleri, vatanın dört bucağında devşirilmeye başlamıştı. Fakat o, Kuşadası’nda silaha sarılarak düşman karşısında dimdik duran 26 yaşındaki genç, taze dipdiri delikanlı heyecanını hala kaybetmemişti. Türk Milletinin yüceliği Mahmut Esat için sarsılmaz bir imandı. (inançtı) Şeflerine ve davaya bağlılığı her ülkü adanma örnek gösterilecek kadar temiz ve güçlüydü. “Atatürk “adını her ağzına alışta, sesi titrer, gözleri yaşarırdı.Kendi benliğini harekete getiren, coşturan duyguyu aynen dinleyicilerine de aktarırdı. Ankara Hukuk Fakültesindeki dersleri, sürekli öğrencisinin büyük ilgisini çekerdi. Sınıfa girdiğimiz zaman, sıra ve sıra aralarını tamamen dolmuş olarak bulur,kürsüye doğru ilerlemek için güçlük çekerdik. Acemi ağızlarda ve kalemlerde bir tür tozlu kozmopolitizm propagandası halini kolayca alabilecek olan “Devletlerarası hak” dersini, o, karşısına aldığı 18 ile 25 yaşındaki Türk çocuklarının, milli duygularını güçlendirmek, vatan aşkını her şeyin üstünde tutmanın değerine olan inançlarını arttırmak için vesile yapardı. Ve bunu ne kadar ustalıkla ne kadar incelikle yapardı. Bugün olmuş gibi hatırımdadır: Bundan dört yıl önce, 1939-1940 ders yılında Türklerin din taassubu(bağnazlık)nedeniyle Hıristiyanlara, insanlığa sığmayacak kadar kötü muamele ettiğini, Türklerin yüksek ilkeleri hiçe saydıklarını iddia etmiş olan batılı yazarlara şöyle bir cevap verdi:
“- Hıristiyan profesörlerden bazıları, Türkleri bağnazlıkla suçlarlar.
Bakınız taassup kimdeymiş: Haçlı Seferleri sırasında İznik kalesi elden ele geçiyordu. Kaleyi Türkler aldıkları zaman, içeride bulunan kadınlara, rahiplere çocuklara hiç dokunmadılar, gayet iyi muamele ettiler. Daha sonra kale Haçlıların eline düşünce, çoluk çocuk, kadın erkek ayırmadan bütün Müslümanları kılıçtan geçirdiler. Gördünüz mü insanlığa aykırı muameleyi kim yapıyormuş, gördünüz mü taassup kimdeymiş?..Bu örnekleri çoğaltabiliriz. İşte bir örnek daha: Aşık paşazade tarihinde okudum. Varna Meydan Muharebesi sırasında da esir düşen prenslerden birine padişah soruyor: – Niçin verdiğiniz sözü tutmadınız?(Macarlar, Osmanlılarla yirmi yıllık bir saldırmazlık antlaşması imzalamışlar, fakat Kardinal Çezarini’nin Müslümanlara verilen sözlerin değeri yoktur, demesi üzerine antlaşmayı çiğnemişlerdi.) Prens cevap veriyor:
-Çünkü Çezarini Müslümanlara verilen sözün kıymeti yoktur, dedi. Padişah:-Hiç böyle şey olur mu? Söz sözdür. Kime verilirse verilsin tutulmak lazımdır.
Çağdaş devletlerarası hukukunun temel ilkesi olan ahde vefa kuralını işte Türkler, bundan beş yüz yıl önce böyle anlıyorlardı”
1941 yılında birinci cildini yayınladığı ”Devletlerarası Hak” adlı kitabı ilk kez olarak Devletlerarası Hukuku tarihi kendi milli tarihimiz bakımından incelenmiş bir eserdir. Mahmut Esat’a gelinceye kadar, genellikle batı yazarlarından birinin kitabı esas olarak alınıyor ve o dilimize uyarlanıyordu. Tabii her yazar, dünya olaylarını haklı çıkaracak biçimde yorumladığı için, bizim gençlerimizde hocalarının örnek saydıkları yazarın etkisi altında bırakılıyordu. Bu ise milli kültür bakımından pek tehlikeliydi. Mahmut Esat, bu geleneği kökünden sarsacak bir adım atmıştır. Bundan sonra devletlerarası hukuku alanında ders okutacak ya da eser verecek profesörlerimizin aynı yoldan yürüyeceklerine hiç şüphe etmiyoruz. Devletlerarası Hak kitabı yayımlandığı sırada, bir tenkide cevap olarak yazdığımız iki yazıda, Mahmut Esat Bozkurt’un eserini, hukukun bu dalında memleketimiz eğitimi için başlayan devrimin öncüsü olarak selamlamıştık. O zamandan beri Ankara Hukuk Fakültesinde ve Siyasal Bilgiler okulunda biz de aynı yoldan yürüdük.
Bu sistemin öğrencilerimiz üzerinde pek hayırlı neticeler almamıza imkan verdiğini gördüğümüz için Devrim Ödevlerini yapmak görevini omuzlarında taşıyanların dikkatlerini bir kez daha bu nokta üzerine çekmek isteriz.
Mahmut Esat Bozkurt’un hocalık karakterini belirtmek isteğiyle karaladığımız yukarıdaki satırları özetlemek istersek diyebiliriz ki O, sosyal bilimlerde milli kalmanın zorunlu olduğuna inanmış ve öğrencisini o tarzda yetiştirmede başarılı olmuş bir hocadır.
Mahmut Esat’ın siyasi hayatı da, gençlerimize örnek gösterilecek başarılarla tarihe geçecek kadar değerlidir. Burada onun siyasi etkinliklerinin iki yönü üzerine durmak istiyoruz: 1- Adalet Bakanlığı 2- Lotus- Bozkurt Davası.
Adalet Bakanlığı sırasında, şeflerinden aldığı ilhamla, Lozan’da Uluslar arası medeni dünyada şerefli yerini almış olan yurdumuzu, çağdaş bir devletin bir” hukuk devletinin” sahip bulunması gereken mevzuata kavuşturmak konusunda benzersiz bir başarı göstermiştir. Türk Medeni Kanunu ve onu izleyen diğer kanunlar, en ileri hukuk tekniğine göre, batının en uygar memleketlerinde kabul edilmiş ve yıllarca uygulama sahasında işlenmiş hukuk anıtlarıdır. 1926 yılında eski hukuku benimsemiş olanların, eski alışkanlıklarına ne derecede kuvvetle sarıldıklarına, Atatürk Ankara Hukuk Fakültesini açış nutuklarında, keskin çizgilerle ve içi yanarak belirtmişti. Bizi geçmişe çeken bütün kuvvetlerle ve Mahmut Esat genç yaşından ve her şeyin üstünde davaya ve şeflerine olan inancından aldığı kuvvetle aslanlar gibi çarpışmış ve devrimimizin adaletle ilgili bölümünü hedefine çok yaklaştırmıştı.
Mahmut Esat’ın Adliye Vekili olarak, devlet adamı sıfatıyla başardığı bu işin değeri, ne kadar büyük olursa olsun, Lotus- Bozkurt olayında gösterdiği yiğitlik ve kendine özgüveni her türlü övgüye hak kazandıracak kadar önemlidir.
Lozan’dan üç yıl sonra,bir Türk vapuru ile bir Fransız vapuru açık denizde çarpışıyor. Türk vapuru batıyor. Sekiz Türk’ün canı da kayboluyor. Lotus vapuru İstanbul’a gelince, Türk adaleti olaya el koyuyor. Fransız gemisinin nöbetçi kaptanı Demons’u tutukluyor. Fransız Büyük elçiliği kaptanın serbest bırakılmasını istiyor. Biz, adalete, hükümetin hiçbir biçimde karışamayacağı cevabını veriyoruz. Fransız basını işi kızıştırıyor. Türkiye karşıtı şiddetli yazılar yazıyor. Türklerin devletlerarası hukuku bilmedikleri, lozan’da elde ettikleri sonuca layık olmadıkları iddia ediliyor. Bu sırada Mahmut Esat heyecan içindedir. Adliyemizin tuttuğu yolun doğruluğundan emindir. Güçlü hukuk eğitimi, milli şeref ve onura yönelik olan konulardaki duyarlılık, ona yönünü kolayca gösteren bir yıldız sabitliğiyle rotasını şaşırtmıyordu. Gazetelerimiz, hukukçularımız arasında kuşkuya düşenler, acaba haksız mıyız, Demons’u serbest bıraksak iyi olur diyenler de vardı. Mahmut Esat, herkesi inandırmaya çalışıyor ve bu meselede geri çekilmenin hem uluslar arası saygınlığımızı sarsacağını hem de çok sevdiği ve inandığı Başvekilinin Lozan’da bin bir güçlükle kaldırdığı adli kapitülasyonlara , Türkiye kapılarını yeniden aralamak olacağını söylüyordu. Mahmut Esat anlatıyor:
-Bir gün Atatürk ve İnönü beni yanlarına çağırdılar. Meseleyi bir daha açıklamamı emrettiler. Anlattım ve sözlerimi şöyle tamamladım: Paşam, Lahey Adalet Divanına gidelim. Kimin haklı olduğu orada meydan çıksın. Ben hakkımızdan eminim. İzin verirseniz davamızı ben savunayım. Kaybedersem memlekete bir daha dönmem. Fakat kazanacağız.
Hem Adalet Divanı önüne gitmeden Fransızların dediğini yapacak olursak Fransız devletinin gözdağı karşısında boyun eğmiş olacağız. Bu da onlara diğer sorunlar karşısında aynı gözdağlarını öne sürmek cesaretini verecektir. Oysa Lahey Divanına gidersek, davayı kaybetsek bile şeref ve onurumuz zedelenmez. Oysa uluslar arası bir mahkemenin hükmüne uymak, şerefsizlik değil, tersine büyük şereftir.
Bu sözler üzerine, şefleri kendisine:
-Güle güle git. Kazanacaksın. Kazanmasan da memleket seni bağrına basacaktır, diyorlar.
Divan önüne çıkmadan önce, tahkimname yapılıyor. Bu belge Mahmut Esat’ın ince zekasının değerli bir kanıtıdır. Fransızların hazırladığı ilk metinde divana: “Türkiye Kaptan Demons’u tutuklamakla devletlerarası hukuka uygun hareket etmiş midir? Sorusu soruluyordu. O, bunu beğenmedi ve şu formülü önerdi ve kabul ettirdi:
-Türkiye Kaptan Demons’u tutuklamakla devletlerarası hukuka aykırı hareket etmiş midir?
Bu ufak değişiklik, davanın yükünü Fransızların üzerine yüklemişti. Çünkü birinci biçimde kanıtlama yükümlülüğü bize düşerken, ikinci formül bunu tamamıyla Fransızlara yüklemiştir. Nitekim Fransa’nın en değerli devletler arası hukuk Profesörlerinden ve Dış işleri Bakanlığı hukuk müşaviri Basdeut Türkiye’nin devletlerarası hukukuna aykırı davrandığını kanıtlamak için kütüphaneler devirdi, bulunan tüm örnekleri ortaya döktü. Fakat tezini kanıtlayamadı ve Lotüs Davası Türkiye’nin şerefi olarak uluslararası ilişkiler ve uluslar arası adalet arşivlerinde yer aldı. Bu başarıyı kazanan Mahmut Esat, o tarihte henüz otuz beş yaşındaydı. Bu aynı zamanda Türk devriminin bir zaferiydi. Genç bir Türk devlet adamı, hukukçusu, dünyanın en tanınmış hukukçularından biriyle karşılaşmış ve onu mat etmişti. Lotus Davası, Lozan’ı uygulama alanında perçinlemişti.
Mahmut Esat Bozkurt’un devlet ve millet hizmetinde geçirdiği yolların tablosunu kısa çizgilerle belirtmeye çalıştık. Kendisini yakından tanıyan her insan gibi, ben de onu çok sevmiştim. Fakültede doçentliğini yapmak şerefine eriştiğim pek kısa dönemde, ülkü birlikteliğinden, inanç birliğinden doğan bir sıcak duygu ile onu anlamaya çalışmıştım. Onu kaybetmenin acısı yüreğimi yaktığı anda, kalemimden dökülen şu satırlar, onun tam değerini belirtemediyse, bu, yazanın acizliğine verilsin. Zira Mahmut Esat Bozkurt, bu memleketin kesin olarak benim anlatabildiğimden çok daha değerli bir evladıydı.
Prof. Nihat Erim
Ankara Hukuk Fakültesi Devletlerarası Hukuku Profesörü
Tasvir-i Efkar Gazetesi 24.12.1943