Cumhuriyet adliyesinin büyük kurucusu, ana kanunlarımızın devrimci yapımcısı, LOTUS- BOZKURT, Türk hukuk davasının inançlı ve bilgili savunmanı, MAHMUT ESAT BOZKURT’un vücudu, Türk panteonunda yer aldı. Ettiği büyük hizmetlerin efsanevi ve haklı şöhret tacı ile şimdiden süslenen anısı önünde saygı ve alçak gönüllülük ile eğiliyoruz.
Rahmetli MAHMUT ESAT BOZKURT’u ilk kez Ankara Hukuk Fakültesinde mukayeseli esasiye hukuk ve devletler hukuku profesörü olarak tanımıştık. Yalnız beyni değil, kalbi de doyuran dersleri yıllarca ve yıllarca Ankara Hukuk Fakültesi ve İnkılap(devrim) dersleri, gençlik tarafından en büyük dikkatle, heyecanla, bazen gözyaşları ile takip edildi.
Nefeslerimizi tutarak dinlediğimiz, bilgi ile Türk ulusseverliğinin tarif edilmez bir sıcaklık ve aydınlık içinde dile geldiği ve birleştiği her dersin sonunda, öğrencileri kendilerini değişmiş, saf Türklüğün bilincine erme yolunda, kendilerini biraz daha ilerlemiş hissederlerdi. Tarih içinde Türkün yazgısının tayin edileceği o karanlık ve umutsuz günlerde, ulusal güçler safını bırakarak Yunan hatlarını aşmak üzere bulunan yakın silah arkadaşı Çerkes Ethem’e <Biz devlet ile darıldı isek bunda milletin ne kusuru var? Ben Türk’ün düşmanı ile birleşemem> diye haykıran Türk yiğidinin menkibesini anlattıktan sonra: “Daima Türk’e, yalnız ve ancak TÜRK’e inanınız çocuklar! Yalnız Türk’e Türk’ten fayda vardır.” Diyen heyecanlı sesini tekrar duyuyor gibiyiz.
Pek büyük bir bünye ve uygarlık devrimi geçiren Türkiye’de yüksek okul hocalığının yalnız kuru bilgi aktaran bir sifon veya transitçi işi olmadığını çok iyi takdir ediyordu. Bunun için her fırsatta, öğrencilerinin ruhunu yükseltmeye, bilincini bilemeye, tek söz ile onları yetiştirmeye çalışıyordu.
Devletlerarası ilişkilerin ve devletler hukukunun asıl anlamını, gerçekçi ve derin bir görüşle kavrıyordu.<KUVVETSİZ ADALET ZAYIFTIR, FAKAT ADALETSİZ KUVVET ZALİMDİR.> sözünün en çok devletler hukukuna yakıştığını anlıyor ve anlatmaya çalışıyordu.
Milletler Cemiyeti ülküsünün kurnaz ve emperyalist siyasilerin elinde nasıl asıl amacından uzaklaştığını görüyor, devletler hukukunun çekinilmesi mümkün olmayan <ultima catio>su olan savaşın yaklaştığını hissediyor, barışçı ütopyalardan uzak kalarak <Hazır ol cenge istersen sulh u salah> ilkesini aşılıyor ve açıklıyordu.(1) “Alimin vatanı yoktur sözü çok yanlıştır, mutlaka her alimin bir vatanı vardır” diyen DUGUİT’in düşüncesini tamamen benimsemiş gibiydi. Bir Türk hocası sıfatıyla, devletler hukuku tarihinde Türk Ulusuna ve Türk devletine Hıristiyan ve düşman bir dünya tarafından bütün bir tarih boyunca uygun görülen haksızlıkları ve yanlışlıkları, isyan eden yüreği ve bilinci ile yeniden gözden geçiriyor ve bu çalışmanın zorunlu bulunduğunu, kendisine özgü enerjik sözleriyle ve kuvvetle tekrarlıyordu. Bu bakımdan genç ve değerli bir profesörün dediği gibi, devletlerarası hukuk eğitimine yeni verimli bir renk aşıladığı söylenebilir sanıyoruz.
DİPNOT(1) 1929 yılında çevirttiği ve yayınlattığı KARL STRUPP’un “AVRUPA VE AMERİKA UMUMİ DÜVEL MEBDELERİ” adlı eserde yazdığı önsözde şunları söylüyor: “Devletlerin hukuku düvel prensiplerine müracaatları, menfaatlerini, o prensip çerçevesi içinde aramaları, halletmeleri, dünya barışının büyük çarelerinden birisi olacaktır. Menfaatleri uzlaştıracak, barışı tutacak, savaşları, kıyımları uzlaştıracak tedbirleri bulup çıkarmak, bana göre, hukuku düvelin, şimdi ve gelecekteki en değerli çalışması olacaktır. Bütün görünüme rağmen milletlerin her asırdan fazla dövüşmeye hazırlandıkları böyle bir günde, savaşların, kıyımların bir gün yeryüzünden silinip gideceği hakkında kendime inamış bir düşünce edinmiş değilim. Hukuk u düvelin bugünkü rolü barışı koruyarak kıyımları uzaklaştırmak olmalıdır.
Başka bir yerde de bilginin rolünü şöyle anlatır: “J. Westlake, Osmanlı İmparatorluğu kapitülasyonlarının 1856 Paris Antlaşmasıyla kaldırılmış olduğunu kabul eder.Fakat, uygulamalardaki göz yummalar yüzünden antlaşma kurallarının ortaya çıkamadığını, yürürlüğe girmeleri nasip olmayan antlaşmalar sırasında örnek olarak anlatır. Bu öyle bir hadisedir ki kazanılan hakların bilgisizlik yüzünden nasıl kaybolup gideceği acı ve açık bir surette gösterir.”
Fakat Türk adliyesi MAHMUT ESAT BOZKURT’u her şeyden önce ana kanunlarımızın hazırlayıcısı ve hazırlatıcısı olarak anacaktır. Bu kanunlar nasıl hazırlandı? Değerleri, boşlukları nedir? Birçok bilginimizin yazılarında bu soruların karşılığı çoktan verilmiş bunuyor. Fakat, başkalarının gözü ile bu meseleler nasıl görülmüştür? Türk adalet devriminin ilk aşamalarında adalet danışmanı göreviyle tanık olan bir İsviçreli profesör(2) bu konudaki düşüncelerini uzun bir makalesinde saptamış bulunuyor. MAHMUT ESAT BOZKURT’un, devrimci anısına ayrılan bu sayfalarda, onun tarihsel bir cesaretle başardığı yasama hareketinin anlam ve kapsamını belirten bu yazıdan bazı parçaları aktarmayı yararlı buluyoruz: 1926 Ankara’sı ve MAHMUT ESAT BOZKURT ile ilk tanışması hakkındaki izlenimlerini İsviçreli profesör şöyle anlatıyor: <… Bir avuç ateşli adam bu fakirler diyarını bir hükümet merkezi haline yükseltmeyi başardılar. Birkaç yılda başarılan işler hayret verecek kadar büyüktür. Bu sonuç pahalıya mal olmuştur. Ankara’nın inşaat masrafı ortalama 150 milyon Türk lirası olarak tahmin olunmaktadır. Fakat Türk Milleti, tehlikelere açık olmayan bir hükümet merkezi kurmak gerektiğine inanınca birçok masrafa katlanmak zorunluydu. Eski okul binalarına çeşitli bakanlıklar, şimdi geniş binalara sahip olmuştur, yerleştirilmişti. Meclis binası, adliye sarayı, pek lüks bir biçimde düzenlenmiş bir tiyatro binası… bunlar arasındadır.Yeni Türkiye’nin bütün kurucuları, sultanların boğaz içindeki muhteşem saraylarını terk ederek eski rejimin ihmal ve ilgisizliği yüzünden yıkılmaya yüz tutmuş bir Anadolu kasabasında ilk kuruluş döneminin güç hayat koşullarını katlanarak dayanıklılık göstererek kabul ettiler. Benim gibi Ankara’da konut yokluğundan dolayı kenara çekilmiş ve iyice ısınmamış bir vagonda, sıfırın altında 15 derece soğukta, derslerini hazırlamak zorunda kalan mükemmel bir ceza hukuku hocasını görenler bunun ne demek olduğunu takdir ederler.
2- Sausei Halle, Reception des codes curopiens cu Enguni
Memleketin düşman işgalinden kurtarılması için yapılan ve askeri bir utkuyla bitmekle birlikte Anadolu’nun daha çok yıkılmasına sebep olan son mücadele ayrı tutulursa,on dört yıl süren başarısız savaşlarla yıkılan memleket, büyük şehirler bir tarafa bırakılırsa, pek büyük çokluğu cahil, demokrasi geleneklerinden habersiz, son derece dindar bir halk; kaderci bir tevekkülle kabul edilen adaletsizlik; çok nazik, çok namuslu Bismark, Türk Milletine Balkanların centilmeni demiyor muydu? Ahlak ve adetleri çok sade, fakat değişmez gelenekler içinde hapis, çağdaş hayatta tam denecek kadar deneyimsiz bir millet. Özetle Dante’nin İlahi Komedyasında betimlenen geçmişe dönük yüz.
Nasıl oldu da Müslüman dünyasının geleneklerine, doğrudan doğruya zıt geleneklerle yaşayan kitleleri idare eden Avrupa kanunları ve özellikle İsviçre Medeni kanununu, yeni Türkiye’nin yöneticileri tarafından kabul edilerek yayınlandı ve bu kanunlar bu deneyime nasıl katlanacaklardı?
Çok büyük bir çalışmayla Türk mevzuatının tamamen yenileştirilme işine girişen genç adliye vekili MAHMUT ESAT BEY’i,12 yıl önce Ankara’da,adliye vekilliğinin eski binalarından birinde tanıma şerefine nail olmuştum. Genç vekil, demokrasi aşkını ve Türkiye’yi batıya yöneltmek istek ve iradesini, mutlaka Lozan ve Fribourg hukuk fakültelerinin eski öğrencisi sıfatıyla İsviçre’de kazanmıştı.
Kısa boylu, tıknazca, uzlaşma bilmez bir irade taşıyan, 1922’de(1920 olmalı N:T’nin notu) Yunan işgali sırasında çete başı olarak cesaretle çarpışmış olan genç vekil, beni büyük bir nezaketle kabul etti. Ve konuşma hemen İsviçre’deki eski hocaları ve gerçekleştirilecek kanun ıslahatı konusuna yöneldi.
“Yaklaşık bir ay önce memleketinizin medeni kanununu kabul ettik. Kanun birkaç gün sonra yayınlanacak ve altı ay sonra, yani bu sonbaharda yürürlüğe girecektir” dedi.
Türk adliyesinin yepyeni bir yasayı tanıyıp kavrayabilmesi için, bu sürenin çok az geleceğini, İsviçre’de dört yıllık bir geçiş süresi bırakıldığını, söylememe izinlerini rica ettiğim zaman, kısmen ulusal bir duygu, kısmen kuşkulu bir kanaat ürünü olan bir kesinlikle cevap verdi:
“Biz Türk hukukçularına altı ay veriyoruz. Bu yeterlidir. Esasen çok karı almak sistemini derhal kaldırmak istiyoruz. Eğer daha dört yıl bekleseydik, çok karı almak isteyenler, geçiş devresinde çok acele evlenirler ve cumhuriyetin gerçekleştirmek istediği başlıca yeniliklerden birisi gecikmiş olurdu.”
“Fakat dedim, aile hukukunu hemen yayınıyla diğer bölümlerini daha sonra aşamalı olarak yürürlüğe koyabilirdiniz.”
“Düşünceniz fena değil. Fakat olan olmuştur. Milli Meclis kararını vermiştir altı ay sonra, Türk Ulusunun bütün sivil yaşamı, İsviçre hukukuna göre düzenlenecektir. İsviçre medeni kanunu sade ve açıktır. Bu kanunun hukukçularımız çevresinde iyi karşılanacağından eminim. Ve bu kanunun zamanla Türk ulusunun ahlakı ve adetleri üzerinde sürekli ve derin bir etki yapacağına güvenim vardır.”
Türkiye’nin nasıl köktenci ve ansızın hukuk gelenekleriyle ilişkisini kestiğini iyice canlandırmak için bu konuşmayı aynen aktardım. Vaktiyle Abdülhamit’in hukuk danışmanlığını yapmış olan Kont Ostorog’un belirttiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından, Avrupa hukukunun ikibaşı şark tarihinin on dört yüzyıldan, yani İslamlığın kuruluşundan beri, en önemli olaylardan birisini meydana getirmektedir. Dante’nin Divine Komedi’sinde, ezeli olarak geçmişin seyrine dalmış gösterilen yüz,birden bire geleceğe dönmüştür.
Kanun devriminden önce, Türkiye’de yürürlükteki hukuk sistemini anlattıktan sonra profesör, niçin bu derece köklü bir eylem yapmak zorunda kaldığımızı şöyle açıklıyor:
“İslam hukukunun yorum ve içtihat yoluyla düzeltilmesi mümkün değildi. Çünkü içtihat kapısı kapanmıştı. Mutlak, kutsal ve el sürülmez Kur’an esaslarına dayandığı için bu hukukun tedvin yoluyla da düzeltilmesi mümkün değildi.
Bu güç durum karşısında, bir kılıç darbesiyle Gordiyom düğümünü çözen Büyük İskender gibi davranmak, Milli Hükmetin işine pek elveriyordu.Gerçi alınması düşünülen önlemlerin Kur’an ve Sünnet hükümlerine uygun olup olmadığı hakkında, uzun uzun konuşulmaması, özellikle bu kanunların, istenen düzeltmeyi geciktirecek surette, şarklılara özgü zeka inceliğiyle tartışılmaması gerekir. Bu sebepten Milli Hükümet, iyi yapılmış, asra ve hemen çevirmeye hazır Avrupa kanunlarına müracaat etti.
Ankara hükümetinin tuttuğu yol belki de tutulacak tek yoldu. Gerçekten tarih öğretiyor ki yeni bir kanun yapmak, pek uzun bir iştir. Bir çeyrek yüzyıldan önce hazırlanmış tek bir büyük kanun örneği yoktur. Fransız medeni kanununun o kadar çabuk düzenlenmesi, yazıya geçirilmiş bulunan vilayet örf ve geleneklerinin olduğu gibi, bu kanuna alınmış olmasıyla açıklanabilir. Bu kadar uzun sürecek bir hukuki kararsızlık dönemi sırasında, Türkiye’de adalet nasıl uygulanacak ve dağıtılacaktır? Bundan başka, iyi yapılı bir kanun da yeterli değildir. İyi ve sağlam, kuramsal eserlerin de bulunması gerekir. Türklerin ne bunun için gereken zamanı ne de bu eserleri hazırlamak için çağdaş hukuku yeteri derecede bilen hukukçuları vardı. Gerçekten en siyasal ve en çabuk çözüm şekli, yabancı kanunları bütün halinde kabul ve yayınlamak, bu kanunlar hakkında yazılan şeyleri çevirtmekten ibaretti. Bir kez esas hakkında karar verildikten sonra, iş şaşkınlık veren bir hızla başarıldı. Özellikle Doğu’nun ne kadar sabırlı bir memleket olduğu ve zamana ne kadar az değer verdiği düşünülecek olursa…”
Bundan sonra İsviçre medeni kanununun kabul edilmesini anlatan profesör, bu olayı şöyle anlatıyor:
“Türkiye üç yıl içinde hukuk literatürünü tamamıyla değiştiren sekiz büyük kanun kazandı. Tarihte bu kadar kökten ve bu kadar hızlı bir dönüşümün benzeri yoktur. Türk kanun koyucunun İsviçre medeni kanununu seçmeye yönelten sebepler nelerdir? Bunlardan başlıca üçü şunlardır: Hiç kuşkusuz en başta, genellikle Lozanlılar diye anılan ve Cihan Harbi sırasında, hukuk eğitimlerini, İsviçre’nin Fransızca konuşulan kısmında çoğu Lozan, birkaçı Freibourg ve Cenevre üniversitesinde yapmış olan bu aydınlar zümresinin Ankara’da yaptığı etki gelir. Adı çözülmez bir biçimde Türkiye’de hukuk rönesansına bağlı bulunan Adliye Vekili MAHMUT ESAT BOZKURT BEY, bunlardan biridir. İsviçre kurumlarının büyük hayranları olan bu aydınlar, bu kurumları, Türk mevzuatına almayı istediler ve en sonunda iktidar makamına gelince bu isteklerinde başarılı oldular. MAHMUT ESAT, kendisinin ve Lozan’daki arkadaşlarının ki daha sonra milletvekili ve bakan olmuşlardır- Vaud’lu mükemmel bir bayandan, emekli bir öğretmenden- hem Fransızca hem de demokratik siyaset dersi aldıklarını kendisi anlatır.”
Bununla birlikte İsviçre medeni kanununun teknik yönden kesin yararları olmasaydı, bu cumhuriyetçi düşünceler, İsviçre medeni kanununun seçilmesine yeterli gelmezdi. İsviçre medeni kanunu mantıksal düzenlemesi ve özellikle yalın, açık ve kesin metni ile Türk hukukçularının beğenisine yol açmıştı. Bundan başka Fransızca Türk hukukçuları arasında en çok yayılmış bir dildir. İsviçre kanununun Fransızca yazılmış resmi bir metninin, yine Fransızca yazılmış doktrin eserlerinin ve içtihatlar dergisinin bulunması, bu bakımdan çeviri işini son derece kolaylaştırdı. Oysa Alman medeni kanununun çevirisi daha güç ve daha çok zamana muhtaçtı.
Sonunda Türk kanun koyucu, özellikle İsviçre kanunda aile hukukunun iyi düzenlenmiş olmasının etkisi altında kaldı. Kanun koyucunun, hızla yapmak istediği başlıca yenilikten birisi, aile kurumunu, kadınla erkek arasında tam hukuksal eşitlik ve aile birliğinde güçlü bir bağ- bu konuda müteveffa Profesör Eugen Huber’in İsviçre medeni kanununu düzenlerken başlıca kaygılarından birisi olmuştu- esası üzerine kurmaktı.
Yeni medeni kanununun kabulü sırasında, tutanak yazmanı Şükrü Kaya Bey eski İslam mevzuatının olumsuz sonuçlarını, kuvvetle ortaya koymuş< Mahkemelerimizin sicilleri öz babasını ispat edemeyen çocukların, kocasının haberi olmadan, bilmem hangi sebepten boş düşmüş olan kadınların, henüz beşikteyken, masumları kendisiyle yahut başkasıyla evlendirmiş vasilerin ve bunlara dayanak olan davaların,çok heyecanlı ve çok üzüntülü serüvenleriyle doludur.> Diye haykırmıştır. Türkiye’de kabul edilen yeni aile düzeni, Türk toplumunun tamamen değişmesinde diğer bütün hukuk kurumlarından daha çok etken olmuştur.”
Bundan sonra İsviçreli Profesör, yeni hukukun Türkiye’de mazhar olduğu iyi kabul ve isabetli uygulama için düşüncelerini şu biçimde anlatıyor:
Yeni kanunlar ve özellikle İsviçre Medeni kanunu ve Borçlar kanunu Türkiye’de iş çevreleri ve hukukçular tarafından çok iyi karşılandı. Yeni hukukun büyük kentlerde uygulaması sürekli ilerleme durumundadır. Adliyeciler genellikle iyi niyetlidir. Üniversite öğrencileri, Batı mahkemeleri kararlarını bir tür heyecanla izlemekte ve incelemektedir. Hareketimden önce kendisi ile görüştüğüm Osmanlı bankasının İstanbul’daki müdürlerinden birisi, Türk mahkemeleri hakkındaki izlenimlerini şöyle anlatıyordu: < Sonuç yönünden memnun olmamız gerekir; kaybetmemiz gereken davaları kaybediyor, kazanmamız gereken davaları kazanıyoruz.>Anadoludaki İllerde durum belki daha az memnunluk vericidir; buralarda, büyük kentlere göre batı kültürüne sahip olan yargıçlar daha az olduğundan, yeni hukuk daha güç benimsenmekte ve temsil edilmektedir.
Türkiye’de başarılan yeniliği, bir bütün halinde göz önüne alan bir kimsenin şaşkınlıktan donmaması olanaksızdır. İslam devletlerinin en güçlüsü bin yıldan çok süren İslam geleneklerini altı ay içinde yıkıyor; özellikle bu dönüşümün temeli, yeni kanunla yeni ceza kanunu ve yeni borçlar kanununun yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinde gerçekleşmiştir. Devrimlere hazırlanmamış bir çevrede, Müslüman hukuku, bu kadar az zamanda nasıl oldu da müthiş bir biçimde çöktü? Bu toptan değişmeyi anlamak için, hukukun yeni düşüncelere, halkın yeni ahlak ve adeta uyumu söz konusu olmayıp doğrudan doğruya bir devrim, yeni düşünceler ve geleneklerin bundan böyle kendisine uymak zorunda olacağı birtakım yeni kurumların, zorla dıştan alınması söz konusu olduğu unutulmamalıdır. Tarih hiçbir ulusun hayatında bu kadar kökten ve bu kadar hızlı bir dönüşümü yazmamıştır. Fransa İhtilali, medeni hukuk alanında bu kadar derin bir etki ve hareket yaratmamış, yalnız ayrıcalıkları kaldırmakla yetinmiştir. SAVİGNY’in yazdığı gibi( Fransız hukuk edebiyatı, ihtilalden öceki hukuk edebiyatına o kadar bağlıdır ki araya bir kanunun kabul ve yayınlanması gibi büyük bir olayın girdiğine inanmakta insan güçlüğe uğrar) devlet hayatının bütün bölümleri içinde ihtilalin en az sarstığı ve en az değiştirdiği belki de medeni hukuktur. <Rus devrimi, özellikle sosyal bir devrimdir. Tür devriminin sahip olduğu devrime sahip değildir.>
Yeni hukuku temsil, kritik özelliği zamanımızda devam etmektedir. Batının bütün hukuk anlayışlarının milletin vicdanına girmesi ve onu değiştirmesi gerekecektir. Türk halkı kendisine yöneltilen bütün düşünceleri, bu yirmi yıllık dönemde temsil etmek zorundadır. Şimdiye kadar bir ulus üzerinde yapılan en cesur deneyimlerden birisi hakkında, o zaman kesin bir yargıda bulunmak mümkün olacaktır.
Bununla birlikte her şey bu yolda bir başarıyı tahmin ettirmektedir. Avrupa hukuk ilkelerinin kabulünde, Türklerden daha ölçülü davranmış olmak ve 1808 tarihli medeni kanununun aile ve miras hukuku bölümlerinde halk geleneklerine dayanmakla birlikte, Japonların verdiği örnek bunu kanıtlamaktadır.
Türk Ulusu, hukuk kurumlarını laikleştirmekten çok özgürlük ve daha çok refaha kavuşacağını umuyor. Deneyim henüz sona ermemiştir…
Bu ulusun arasında yaşamak onuruna eren ve onun büyük nezaketini, kendisine yapılan en küçük hizmetler için duyduğu minnet ve şükran duygusunu bilenler, bu ulusun ancak tam bir başarıya ermesini dileyebilirler.” Rahmetli MAHMUT ESAT BOZKURT’un en etkili bir biçimde yönettiği hukuk devrimimiz hakkında söylenen bu sözleri, onun taze mezarı üstüne bir demet değerbilirlik çiçeği olarak bırakıyoruz.
Dr. K. Fikret Arık